Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Dışarının yokluğunda tülleri sarkıtmak

Üretimlerinde iktidarın sert bir şekilde esen sıcak ve soğuk rüzgârına karşı politik ve estetik bir tavır alan Neriman Polat’ın “Çatısız” sergisi üzerine

Neriman Polat, Sallanmak, 2023, Video, 1’

“Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor…” Karl Marx ve Friederich Engels 1848 yılında beraber kaleme aldıkları “Komünist Manifesto”da bu saptamayı yaparak modern dünyada üretim ilişkilerinde üretici güçlerin burjuvaların eline geçmesinin yarattığı dalgalanmaya, değişime ve dönüşüme işaret ediyorlardı. Burjuvalar ve proleterler olarak ikiye ayrılan sınıflar arasında savaş böylece başlamış oldu. Arada yaşanan sosyalist denemeleri ve isyanları saymazsak uzun bir süredir kapitalizm ve onun oluşturduğu “maddi üretim” tarzı yerküreye egemen. Bu aynı zamanda kitleleri mülksüzleştirerek güvencesiz bir hayata ve geleceğe sürüklemek anlamına da geliyor. Sanat da bu süreçte metalaşıp kendini ehlileştirerek buharlaşmış oldu. Toplumsal çelişkileri yeni form, dil ve tarzlarda göstermeyi tercih etmedi. İstisnaları saymazsak, daha da yıkıcı bir anlayışla yeni bir yaşamın potansiyellerini sürekli gündemde tutmaktan vazgeçti. Durum şöyle bir hal aldı: Devlet ve sermayenin yaşamın tüm alanlarını tehdit ettiği, çoğunlukla alt üst ettiği ve dahası yaşama dair en ufak bir kıpırdanmayı bile anında engelllediği bir yerde, sanat uykuları kaçıran bir formsuzluğa sürüklenememektedir. Ortada hışırtısı duyulacak yaprakların azlığından bir uzam yaratamamaktadır. Ama bilindiği ve duyulduğu üzere rüzgâr, bugün her yönden çok sert esmektedir.

Neriman Polat, Mutfak, Boyanmış bakliyatlar, 2023

Neriman Polat, üretimlerinde iktidarın sert bir şekilde esen sıcak ve soğuk rüzgârına karşı politik ve estetik bir tavır alarak yarattığı hışırtıyla karşılık veren sanatçılardan biri. Zilberman Galeri’de 15 Temmuz’a kadar görülebilecek “Çatısız” başlıklı sergisi tam da hepimizin “çatısız”[1] olmadığı, iktidar eliyle küçük bir azınlığın aşırı sermaye birikimine erişmesinden kaynaklı, büyük bir çoğunluğun “sefalet birikimi”ne sahip olmasına yol açan ekonomik şiddeti temel alıyor. Yerleştirme, mekâna özgü yerleştirme, üç fotoğraf ve video-eserden oluşan sergi; hiçbir eve sahip olamayanların olabilme ihtimalini de ortadan kaldıran, kiralık evlerde oturanların kirasını ödemekte zorlandığı, her an için kapı dışarı edilmesinin yüksek bir olasılık olduğu ve yeni bir ev bulmakta zorlananların sokakta kalma olasılığının her geçen gün arttığı bir dönemin buhranını dert ediniyor. Son yıllarda müksüzleştirilenlerin ve güvencesiz bir hayata doğru sürüklenenlerin yaşadığı zorlukları gösteriyor ve yaklaşan daha da kötü günleri haber verme özelliği taşıyor. Her anlamda yoksullaşan bir toplum daha fazla nasıl yoksullaşabiliri ve buna ne kadar dayanabiliri de sorguluyor. Bu bakımdan fahiş fiyatları da aşan ev, kira ve gıda krizini kritik ediyor. Artan gıda fiyatları nedeniyle birçok kişinin gerekli protein, mineral ve vitamini yeterli bir şekilde alamadığı bir dönemde Polat; Mutfak adlı yerleştirmesinde bir raf üzerinde bakliyatları kavanozların içinde bir ziynet eşyası gibi sergileyerek yoksuluğun en çok hissedilen yönüne gönderme yapıyor. Her geçen gün evin kilerinde ve buzdolabında birer birer azalıp yerine yenisi koyulmakta zorlanılırken gıdanın paha biçilmez bir nesneye dönüşmesi kaçınılmaz bir durum olmasa gerek. Ama buna benzer krizlerde olduğu gibi içinde bulunulan durumun hızlıca normal bir hale gelmesi bu olağandışı gelişmeyi olağanlaştırıyor. Bu durum geçici olsa ve gıda fiyatlarındaki artışla geçiştirilebilse iyi. Bu artışlar ve buna bağlı eksilişler başka temelleri de sarsıyor. Ev gibi. Neriman Polat, ne kapısı ne de penceresi olan sadece tuğlalarla örülmüş ve odaların bölmeleri tüllerle ayrılmış çatısız bir ev yarattığı mekâna özgü yerleştirme işinde, insanların bu türden bir ikamete doğru zorladığına işaret ediyor. Eğer toplumun büyük bir çoğunluğunun mülksüzleştirme politikalarıyla çatısız yani evsiz kalma ihtimali varsa tüllerin de siyaha dönme olasılığının yüksek olduğunu vurguluyor. Güvencesiz yaşamların gelecekte soluyacakları bir ortama gönderme olarak da yorumlanabilir.

Polat siyah tüllerle sadece bunlara işaret etmiyor. Bilindiği üzere, bir nesneye müdahale ederek yeni bir bağlamda ele almak, o nesnenin işlevini ve uyandırdığı anlamları tersyüz edebiliyor. Polat, semt pazarından topladığı tüllere müdahale ederek onları siyaha boyamasında olduğu gibi. Beyaz tüller temizliği, ferahlığı, aydınlığı, mahremiyeti simgelerken arkasında güvencesiz bir yaşama maruz bırakılan ev kadınlarına yüklenmiş sorumlulukları ve beklentileri gizlemektedir. Bu tahakküm biçimlerinden hareketle Polat, siyah tüllerle evin içini saran siyahlığı açık ediyor. Her kadın ölümü ve kaybıyla tüllerin daha da karardığını hatırlatıyor. Güllü tülleri ise Gülistan Doku’ya atfediyor. Fotoğraf işlerinde ise kendi balkonundan sarkıttığı tülleri görüyoruz.

Burada ev üzerine yoğunlaşmışken çeperi genişleterek bu hale nasıl gelindiğinin nedenleri üzerinde durulabilir. Evin bu çıplaklığı, sadece sermaye birikimi birilerinin lehine artarken çoğunluk için azalmasıyla açıklanacak bir durum değil. Bu aynı zamanda egemenin tahakkümleriyle “çıplak hayat”ın gündelikte de kendini oluşturulmasının göstergesi olarak okunabilir. Antonio Negri Sanat ve Çokluk adlı eserinde kapitalist üretim tarzının artık “dışarı” sunmadığından bahseder.[2] Bir dışarısı yoksa tamamen içeride olduğumuz gerçeğiyle karşı karşıyayız. Tamamen içeriyle dolmak da içeride problemlerin de katlanarak artması demektir. Ayrıca dışarıdan, onun potansiyellerinden, farklı duyuş, düşünce, hissediş ve algılayış sunmasından ve bunun yaratacağı başka dünyaların birlikte kurulabileceği ihtimallerinden de soyutlanmak demektir. Bu durum, gün gelir içerisi diye sunulanın erozyona uğrayacağının da kaçınılmaz koşulu olarak kendini açığa vurur. Dışarı yoksa, metaforik anlamda ev diye bir şey kalmaz zamanla.

Bu tüller yoksulluktan bunun yarattığı çaresizlikten dolayı birbirimizden saklayacak, gizleyecek bir şeyin kalmadığının da kanıtı. Şunu kendimize demeliyiz: Dışarısı yok, öyle bir içeri sundular ki bize “Açız ve açıktayız!”. Her geçen gün yoksullaştığının farkında olmak kendimiz gibi milyonlarca insanın da aynı durumda olduğunu bilmek neyi değiştir? Bu dar boğazdan çıkmak için kendi başımıza vereceğimiz mücadelenin bir işe yaramayacağı, buna karşı koymanın mümkün olmadığı, ayrılmak zorunda kalınan yerin de gidilen yerden farklı olmadığı bir çıkışsızlığa vurgu yapıyor.

Açıktayız. Gidilecek bir yer yok. Bunun gerçekliği ve o gerçekliğin algısı bilinci daha da negatifleştirerek çaresiz bırakabilir insanı. Ama yeni bir başlangıç tam da kendini burada açığa vurabilir. Herhangi bir umuttan ziyade tamamen “ümitsizliğe düşmek” bir çıkış yaratabilir. Yine de şunu düşünmeden edemiyorum: Örgütsüz ve tamamen ümitsizliğe düşmüş bir halk neyi değiştirir, bilemiyorum. Bu anlamda Marx’ın şu sermaye birikimi ile sefalet birikimi arasında kurduğu ilişkiyi ve buna bağlı olarak yaptığı uyarıyı da akılda tutmak gerekir: “Sermaye biriktikçe, ister düşük ister yüksek maaş alsın, işçinin durumu kötüye gitmek zorundadır… Sefalet birikimi, servet birikimine tekabül eden zorunlu koşul haline gelir. O halde bir kutupta servet birikimi, karşı kutba, yani kendi ürününü sermayeye dönüştüren sınıfa sefalet birikimi, emeğin cefası, kölelik, cehalet, vahşileşme ve ahlaki yozlaşma getirir aynı zamanda.”[3] Ama yine Polat’ın kendi evinin balkonundan sarkıttığı tüllere yer verdiği fotoğraflarda olduğu gibi tülleri balkonlardan sarkıtıp bütün camları açıkta bırakmak bir başlangıç sağlayabilir. 

Neriman Polat’ın duvarları sıvasız, çatısız ve sadece perdeden oluşan evle yoksullaştırılan bir halka bakmasıyla Latife Tekin’in, Berci Kristin Çöp Masalları’nda (1984) yoksulluk hallerine ve durumlarına eğilerek yoksulların nasıl ve ne şekilde hayata tutunduğuna ve gündelik direniş pratiklerine odaklanan romanı arasında benzerlikler ve ayrım gözüme çarpıyor. Roman, bir kış gecesi çöplere yakın bir yere ellerinde fener ışıklarıyla yoksulların kendilerine derme çatma sekiz kondu kurmasıyla başlıyor. Kondu sayıları her geçen gün artarken bu kondular yıkımcılar tarafından yıkılıyor. Büyük bir direnişle otuz yedinci günün sonunda ezilenler galip gelip yeni bir mahalle kuruyorlar. Derme çatma da olsa mücadele ederek yoktan var ettikleri bir mahalle. Çiçektepe halkının yoksulluğu, direnme biçimleri, hayata tutunma pratikleri, gelenekleri, söylence ve manileri, ilişkileri, kırılganlıkları, çaresizlikleri, büyüye bel bağlamaları roman boyunca peşini bırakmaz okurun. Zamanla yeni bir hayatın getirdiği yabancılaşmaya da tanık oluruz. Yoksulluğun gerçek ve gerçeküstücü hallerini görürüz bu mücadelede. Ama en çok da rüzgâr taşlamalarına şahit oluruz. Çiçektepe halkının rüzgâr estiğinde konduların derme çatma çatısını korumak için çatının üzerine kapaklanmaktan başka çare geliştiremezler.

Neriman Polat ise artık kent merkezlerinde de hissedilen ve çeperlerinde ise daha yoğun bir şekilde maruz bırakılan mülksüzleştirme politikalarıyla güvencesiz bir hale getirilen hayatların çatısız bir yaşama doğru sürüklenmesini ele alırken eğer bu süreç böyle devam ederse bazıları için üzerine kapaklanacak bir çatının da kalmayacağına işaret eder gibidir. Ama bilindiği ve tahmin edileceği üzere işler bu yönde gelişirse yine rüzgâr taşlamak hiçbir işe yaramayacaktır.  

Polat, bütün bu olup bitenlere inat siyah tülleri balkondan sarkıtmanın yanında bir video eserde küçük bir parkta bir çocuğun salıncakta sallanmasını kaydedip çocuk sallandıkça film karelerinin ekranda katlanarak artmasına yer veriyor. Bir çocuğun yarattığı bu eylemde hayata karışan bir şeyler olduğu seziliyor. Katlanarak, çoğalarak ve artarak bir dışarısı şimdi ve daima kendini çağırıyor.


[1] Alain Badiou, “Hepimiz Göçmen Değiliz” adlı yazısında, proleterlerin her şeyden önce bir göçmen olduğunu hatırlatarak “hepimiz göçmeniz” sloganını eleştirir. Bu sözün iyi niyetli olduğunu belirtmekle beraber yanlış bir slogan olduğunu söyler. Gerekçesini de şu şekilde açıklar: “Tam da hepimiz göçmen olmadığımız için”. Badiou, Dünya nüfusunun yüzde kırkını orta sınıfın oluşturduğuna değinerek bu sınfın hiç de öyle göçmenlerden oluşmuş bir sınıfı temsil etmediğini vurgular. Alain Badiou, “Hepimiz Göçmen Değiliz”, çev. Derya Yılmaz, https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-hepimiz-gocmen-degiliz/4850 (Erişim Tarihi: 20 Haziran 2023).

[2] Antonio Negri, Sanat ve Çokluk, çev. Serkan Sönmezgil, MonoKL Yayınları, İstanbul, 2013, s. 14.

[3] Marx’ın sermaye birikimi ve sefalet birikimi arasındaki yaptığı koşutluk (Aktaran David Harvey, Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti, Metis Yayıncılık, İstanbul, 2018, s. 44.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.