Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Hasan Deniz’in “Hakiki Hikâyeler” sergisi üzerine

Fotoğraf aynı zamanda bir arşiv sanatıdır ama fotoğrafçının kendi arşivine dönüp bakması güç ve cesaret ister. Orada her şeyden önce bir mezarlıkla karşılaşılır çünkü.

Hasan Deniz, İsimsiz, 2024

125-180 yılları arasında yaşamış Samsatlı Loukianos’un kitabı Hakiki Hikâyeler’de, başta yazarın kendisi olmak üzere kahramanlar bir kasırgaya yakalanıp Ay’a götürülür, melez yaşam formlarının gezegenler arası koloni savaşlarına tanık olur, alternatif fizik yasalarıyla işleyen dünyalarda seyahat ederler. Yeryüzünde yaşadıkları da bir o kadar akıl almazdır, balina karnında balık-insanlarla savaştıkları olur, süt denizini aştıkları, bir peynir adasına vardıkları da. Homeros’la, Pisagor’la tanışır, önemli bir ayrıntı olarak, “kutsanmışların adasında” cezalandırılan en büyük günahkârların Herodot gibi yalan ve fantezilerle dolu kitaplar yazanlar olduğunu görürler. Kurmaca sahiden de büyük bir günah olabilir mi? Eğer öyleyse, başta Loukianos’un kendisi olmak üzere tüm uydurma ustalarının akıbeti gayya kuyusu mudur? Bu noktada Loukianos’un bilimkurgu kadar hiciv ve parodinin de ilk ustalarından biri olduğunu hatırlamak lazım. Romanı, Antik kaynaklarda fantastik, efsanevi olayları gerçekmiş gibi sunan tuhaf tarih yazımlarının ironik bir yergisidir çünkü. Hakiki hikâyelerin bazı dillerde “Gerçek Tarih” başlığıyla çevrilmiş olması boşuna değil. Herodot tarihi ve benzerlerinin fantastik bir dünya sunumundan farklı olmadığını, bu anlamda inanılan ve öğrenilen Gerçek Tarih’in bir fantezi evreninden ibaret olduğunu kanıtlamak üzere epey zahmetli, eğlenceli, absürt, hayal gücü tarih anlatılarına taş çıkartacak bir önerme sunmuş olur Loukianos, hem de çağlar öncesinde. “Okuyucularım söylediklerimin tek kelimesine bile inanmamalı,” derken tarihin ilk güvenilmez anlatıcılarından biri olduğunun kayıtlı tasdikini de şahsen verir. Hatta işi asla yazmayacağı bir devam kitabı vadetmeye kadar götürür. Buna rağmen bazı Romalı okurların onun seyahat hikâyelerinin sahiden yaşandığına inandıkları biliniyor. 200 mil uzunluğunda bir balinanın gerçekliğine kanabilecek birilerini bulmak hep mümkündü. 

Hasan Deniz, İsimsiz, 2018

Hasan Deniz’in Millî Reasürans Sanat Galerisi’ndeki “Hakiki Hikâyeler” sergisi adını ve çıkışını Loukianos’un kitabından alıyor. Deniz daha önce “Canavar Meselesi”nde yine bir bilimkurgu yazarından, Jules Verne’den hareketle kurmaca evrenlerdeki imgelerin gerçek dünyadaki olası karşılıklarını kendi deneyimleri üzerinden okumuştu. Bu defa aynı yaklaşımı Jules Verne’in atası Loukianos üzerinden sürdürüyor ve bir tür olarak fantastik edebiyatı daha eskiye giderek okurken kişisel arkeolojisini ve bunların yapıtaşı olan fotoğraflarını da yeni üretimler eşliğinde yeniden yorumluyor. Loukianos’un kitabının farklı dillerde “Gerçek Tarih” ve “Hakiki Hikâyeler” gibi alternatif iki başlıkla çevrilmiş olması yazarın vaktiyle üretmiş olduğu oksimoronları gayet iyi örneklendiriyor. Kanaatimce Hasan Deniz’in fotoğraf sergisinin kavramsal omurgasında da Loukianos’la paylaştığı bu tezatlar birliği var. Loukianos kitabını en alçak yalanı söyleyen gerçek tarih olarak mı okutmak istemiştir, en büyük gerçeği haykıran asil yalan mı? Başka bir ifadeyle karşımızda tarih mi vardır, şiir mi? Fiziksel varlığını dahi bir oksimorona borçlu olan (“orijinal kopya”) fotoğrafa gelince, Loukianos’un paradoksunu en iyi örneklendiren mecralardan biri sayabiliriz onu. Fotoğrafın asıl hedefinin gerçek nesneyi yeniden üretmek olduğuna inananların tarihselci kavrayışıyla asla saf bir görme gerçekleştiremeyeceğimizi, bu noktada nesneleri değil, ancak ve ancak onlara dair sözcüklerimizi fotoğraflayabileceğimizi öne sürenlerin şiirsel düsturu arasındaki çatışma fotoğrafı halen bir sorun-nesne ya da ara medyum aksında tutuyor. Ancak Hasan Deniz üretimlerinde (ve yeniden üretimlerinde) bu sorun-nesneyi medyumun talihsizliği olarak almak yerine onu şansa dönüştürüyor. Bu paradoksun tam üzerinde üretmenin ve zıtları kuşatmanın fotoğrafa geniş olanaklar sağlayabileceğini gösteriyor. Fotoğrafçının öncelikle kendi hikâyelerinden, dünyayla, insanlarla, ötekiyle, nesnelerle bizzat kurduğu samimi ilişkiden yola çıkmasının bu zenginlik inşasındaki rolü büyük. “Hakiki Hikâyeler”deki fotoğraflarda öteki’nin dünyasına dikilmiş hükümran bir göz yok. Hasan Deniz’in gözde yazarlarıyla ziyaretçisi olmadığı, uzunca tecrübe ettiği coğrafyaların, yerlerin ve evlerin tarihiyle, ıskartaya çıkarılmış olsa da büyük kıymet atfettiği eşyaların kaderiyle kurduğu derin, yer yer hüzün uyandıran, her oksimoronda olduğu gibi ironisi de eksik olmayan ilişkilerin resmi var. Fotoğraflar, bu kişisel tarihçeyi yapılandırdıkları noktada belge kimliğinden, gerçeklik referansından sıyrılarak kişisel bir hikâyenin fragmanlarına, kısaca söze dönüşüyorlar. Bu kişisel tarihçenin yer tuttuğu ya da tutacağı büyük tarihe dahil oldukları ölçüde belge değerlerini de koruyorlar. Ancak Deniz bu noktada ham dokümandan kaçınarak incelikli bir belge fikrini benimsiyor, tıpkı göçmenliğin kederini göçmenin yüzünde aramak yerine geride bırakılan bir evin iple örülmüş penceresiyle ya da camın ardındaki denizle anlatmayı seçmek gibi. Ya da büyük tarihin (mübadelenin) yarattığı artıklar ve boşlukları amele taburuna gönderilen Venezis’in evinin önündeki ağaçlara müdahalelerle okutmak gibi.

Hasan Deniz, “Hakiki Hikâyeler” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Portrenin bir tür olarak gerçeğini araştırırken (hangi suret, hangi anda hakikidir?) müzik dinletirken iki dakikayı aşkın bir süre içerisinde kaydettiği konularının yüzündeki bulanıklık gibi. Bunların uyandırdığı hüzünlü bir sükuneti sergide gördüğüm birden fazla fotoğraf karşısında hissettim. Bu histe Deniz’in fotoğrafa tarih ve hikâye haricinde hatıra, nişane, cansız hayal gibi “hakiki” niteliklerini yüklemeyi ihmal etmemesinin de payı büyük. Fotoğraf aynı zamanda bir arşiv sanatıdır ama fotoğrafçının kendi arşivine dönüp bakması güç ve cesaret ister. Orada her şeyden önce bir mezarlıkla karşılaşılır çünkü, bunu bastırılmış hatıralar, hep korunmuş anıların farklı yüzleri, kaybedilenlerin izleri, bir bakıma fotoğrafçının kendi arkeolojisiyle, zihinsel kartografisiyle yüzleşmesi izler belki.

Hasan Deniz, İsimsiz, 2023

Son kertede sanatına dahil olan kazanımları fark edebilir. Kendi arşivini yeni üretimleriyle biçimlendirirken Hasan Deniz hakikatin yan anlamlarının da karşılığını veriyor. Hakikat bir yanıyla gizli mana anlamına gelirken bir başka kullanımıyla vefa fikrini karşılar. Bir piyano iskeletinin triptiği, “fotoğrafın en kalıcı zaferini mütevazı, saçma ve yıpranmış şeylerdeki güzelliği keşfetme yeteneğinde” bulan Susan Sontag’ı haklı çıkarırcasına serginin en büyük parçası olarak merkezde duruyor. Deniz’in kaybettiği bir dostunun vaktiyle Üsküdar’da çöpte bulup şehri kat ederek kendisine getirdiği bu kıymetli eşyanın (başka bir arşiv parçasının) fotoğraflanmasında hakikatli (vefalı) bir saygı duruşu görebiliriz. Bir yandan da ıskarta eşyanın yolculuğunu, barındırdığı gizli manaları (hakiki hikâyeyi) fotografik hacmine bakarak kendi arkeolojimiz içerisindeki göndermeleriyle kurgulayabiliriz. Arşivi kat etmek görme biçimlerimizdeki değişimleri de gözler önüne serer. Sergide, yirmi yıl önce pişirilmiş lüferin kâğıtta bıraktığı izin fotoğrafı ters çevrildiğinde soyut bir kadın portresine dönüşebiliyor. Fotoğrafın zaman içerisinde farklı biçimlerde vücut bulma olasılığı inanılan tarih düşüncesinin kırılganlığını ve salt belge olarak fotoğrafın sorgulanabilirliğini bir kez daha ortaya koyuyor olmalı. Öte yandan, şehir çöplüğünde bulunan bir enstrüman iskeleti, çöpe gidecekken kadraja alınmış lüfer kâğıdı, serginin mekânına bir gönderme olarak Millî Reasürans binasının mimarı Şandor Hadi’ye tek bir tulumba tatlısının hafif eğik görüntüsüyle çakılan selam, tüm bunlar, hakiki hikâyeler ya da asılsız büyük tarihler mevzu bahis olunca, akla ister istemez Walter Benjamin’i, onun tarih yazımı konusunda Paris çöplerini ayıklayan “chiffonier”lere (paçavracılar) ve hikâye anlatıcılarına duyduğu güveni getiriyor. Benjamin, Loukianos’un çabasının boşa çıktığını gösterircesine, gerçek tarihi resmi kaynaklarda bulamayacağımızı bir kez daha belirtiyordu. Hakiki tarihin kentin arka yüzünde, eskicilerin topladığı ifrazatla ve bu atıkların hikâyelerini ya da onlarla olan hikâyelerini anlatacak söz erbaplarının subjektif anlatılarıyla inşa edileceğini söylüyordu. 

Hasan Deniz, “Hakiki Hikâyeler” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz

Serginin çıkışında Hasan Deniz’in fotoğraflardan ürettiği video gösteriliyor. Suyun üzerindeki oyuncak geminin o kadar belli belirsiz bir devinimi var ki ilerliyor mu, olduğu yerde mi sayıyor ilk bakışta fark etmesi zor. Arşivlerin insana kendi ölümlülüğünü anımsatan bir yanı da var elbette. Bazı eski vanitas tablolarının üzerinde In Ictu Oculi ibaresi okunur. Gemi ilerliyor, evet, ama “kaşla göz arasında”. Videodaki bu devinim dahi bir oksimoronla başlayan tüm hakiki hikâyeleri hatırlatıyor, fotoğraflardaki hayatlarımızın ya da hayatlarımızdaki fotoğrafların söylediği gibi, bir varmış bir yokmuş… 

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.