İzmir Urla’da yer alan Tohum Sanat Alanı, Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli karma sergilerde eserleriyle yer almış sanatçı Öner Taylan Öztürk’ün ilk kişisel sergisini ağırladı. “Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe” isimli sergide sanatçı birkaç adımda birçok noktadan birbirine bağlı hikâyeyi farklı medyumlar kullanarak anlattı.
Kış vakti Ege’nin en popüler tatil ilçelerinden birindeyiz. Yaz olsa adım atacak yer bulamayacağınız sokaklar şimdi sadece buranın sakinlerine kalmış. Turizmin ateşi sönmüşse de güneş hâlâ tepede, Urla’nın soğukta bile ışıl ışıl güzelliğine hayran kalıyorum. Meydanda açık iki işletme var sadece, onlardan birine oturup çay içiyoruz diğerinde de biri kendi kendine saz çalmaya başlıyor, biz de biraz uzaktan dinliyoruz. Türkü söylemeden sadece melodiler çalıyor, sanki müzikten çok sessizliği fark ettiriyor böylece herkese, biz de sessizce oturup az önce gezdiğimiz sergiyi düşünüyoruz.
Sanki huzurlu görünüyor uzaktan her şey Urla’da. Zaten uzaktan görünen her şeyde biraz huzur vardır da yakından bakınca o huzur kaçar ya, buna alışmak da yaşamın kendisidir, biz, sazı dinleyenler bu kadarını biliyoruz. Bu serginin anlattığı hikâyeler de bize bu bildiğimizi dalga dalga yeniden öğretiyor. Sade tonlarda, gri, beyaz, uçuk mavi renklerde davet ediyor izleyiciyi içeriye sergi. Mesafesinden aldığı huzur, aralara koyduğu tül sınırlarla belirginleşiyor. Fakat tülü biraz araladığınızda alttaki her bir karmaşanın kendine özgülüğü ortaya çıkacak, her an her karışıklığın şimşek gibi çakmakta olduğunu anlayacaksınız zihinde, aşağılarda bir yerlerde… Ve sokağa çıktığınızda taşa takılıp huzursuzluklara çarpacaksınız.
Urla afiyette kalsın elbette ama bu sergideki sükut, bir türkü çağırdı çağıracak sesin tehdidi altında o kesin. Sergide sazı çalan kişi sadece melodilere vurmakla kalmıyor.
Öner Taylan Öztürk ise anlattıklarını izleyicinin zihnine, o zihnin ihtimallerine bırakıveriyor. Eserler arasında olası ortaklıklar kurup sonra o ortaklıklardan vazgeçme payını hesaba katıyor. Ev içinden sokağa, kapalı kavanozlardaki kumlardan uçsuz bucaksız okyanuslara, içerilerden dışarılara açılıyor. Yüzleşmeye dair, kendi sınırlarını zorlamaya, kurallarını değiştirmeye çalışmaya dair sözler söylüyor.
Bir Yere Doğru I, II, III, IV isimli seriyle duvarda açılıyor sergi. Bu seri hemen her ailede olan şehre göç hikâyelerine tutunuyor. Yakın zamanda izlediğim bir filmden hukuk mücadelesindeki bir karakterin “aile birbirini sevmek zorunda olmayan bireylerden oluşur” söylemiyle savunmasını güçlendirmesini hatırlıyorum. Yine de o sevmek zorunda olmadıklarınızla bir şekilde kalabalığa, gürültüye, beraber yemek yemeye, evlerden evlere oturmaya gitmeye alışırsınız işte. Sonra o kurulu düzenler hiç bozulmayacak sanırsınız, ama biraz zaman geçer, hayatta bir şeyler olur ve siz de, hiç sizin başınıza gelmez sandığınız halde, kalmışsınızdır işte bir başınıza. O zaman mektuplar yazılır ve o mektuplarda anlatanların değiştiği, kurguların kişiselleştiği, başkası için çok önemli olabilecek detayların atlandığı, “neden bunu da eklemiş ki” diyeceğiniz gözlemlerin sızdığı anlatılar, aile mitolojileri kurulur. O mektubun dilinin estetiğini okumadan da biliriz ya da az biraz okumadan da tahmin ederiz içinde ne yazdığını. Öztürk de bu aile arasında yazılan mektupların içinde gizlediği dili güzelce katlayıp kıymetli bir varlık olarak duvara asıyor sonra üzerine aydınger kâğıttan çizdiği haritacıkları koyuyor. Mektuplarda kalan mürekkep izlerini sayfanın arka yüzüne geçirerek hazırlamış bu haritaları. Sanki birer ada haritası gibi duruyorlar. Yan yana duran, birbirine benzeyen ama içlerinde bir okunsa bambaşka anlatılar olan küçük adacıklar ya da bir yere doğru giden bir takımada.
Bakışı biraz aşağı indirdiğimizde bu kez kavanozlara sıkışmış kumlarla karşılaşıyoruz. Ağırlık isimli bu yerleştirme için sanatçı, yine kendi ailesine dönmüş, bu kez babasından gençlik anılarını anlatmasını istemiş. Bir zamanlar devrim yapmak, devrim yapmaktan vazgeçerek aile kurmak, kendi ailesine bunun her ikisi için de başkaldırmış olmak, birbirine benzeyen babaların anlattıkları arasındadır. Öztürk bu anlatılara biraz daha yaklaşmak istemiş, babasından mesafeyi kırmasını talep etmiş, kendi mesafelerinin farkında olarak kendi nostaljisini inşa etmeye kapılmadan anlatmasını istemiş hikâyesini. Bunun ne kadar mümkün olduğu hikâyede kalsın elbette. Sanatçı, Ağırlık işinde kum gibi birikenleri, yaşamı anlatmanın yaşadıklarından ibaret olmayan boşlukları da anlatmak olduğunu, hafiflik ve ağırlığın tezatlığıyla vermiş. Yine kâğıtlarda yazan sözcükler nesnelere taşıyor, kâğıtlar taşlarla buluşuyor. Kâğıtlardaki anlatılar önce çok önemseniyor, önemsenmiş ki dillendiriliyor sonra da sessizliklere dönüşüyor. Havadan gelen her şey katılaşıyor, katı olan her şeyin buharlaşması gibi.
Sergi Zamanın Vaadi işiyle mesafeler bozulduğunda yaşanan o harekete getiriyor bu kez bizi, yani tökezlemeye, ya da minik çarpmalara, ayağımızın takılmasına. Derya Bayraktaroğlu’nun sergi metninde “iktidarın kamusal alan üzerindeki kontrolünün bir göstergesi” olarak tanımladığı kaldırım taşlarına sarılı tüllerden oluşan, şehir içinde gündelik hayattaki kaldırımları, yolları, trafik ışıklarını ve karşıtını yani patikasızlıkları hatırlatan bir iş bu. (Sanat Dünyamız 203. sayısında Sare Öztürk’ün yazdığı patikalar yazısını, patikaların kendiliğinden halini ve kaldırımların hiç de kendiliklerinden olmayışlarını düşünüyorum.) Kırık dökük kaldırım taşlarını saran tül kumaşlar sergideki katılık ve yumuşaklık, şeffaflık ve görünmezlik arasındaki oyunu sürdürüyor. Bir Yere Doğru işinde üzerine bir harita çizmek ama arkasındaki sözcükleri de gösterebilmesi için kullanılan şeffaf malzemeyle, Ağırlık işinde taşları hem taşıması hem de cam, kum, taş arasındaki boşlukları vurgulaması için kullanılan tül malzemeyle bağlanıyor. Bu kez tüller gündelik hayatta hissettiğimiz farklı farklı iktidarların kırık dökük yerlerinden birbirine bağlanmaları için kullanılmış. Ya da o kırıklıkların tamir ihtimalinde şefkatli bir dokunuşu temsil ediyorlar. Altta kalan kırıkları görebileceğimiz kadar şeffaf, yavaşça sarılmış, özenli.
Koltuk işinde ise neredeyse hiç şeffaflık bulamıyoruz, ağır kadife bir battaniyenin örttüğü bir koltuk var karşımızda. Mürekkepler uçlarına bulaşmış. Bu mürekkep izleri belki yazılan mektupların mürekkepleridir belki de sızıntıdır ama aileye ve eve işaret ettiği çok açık. Böylece içeriden dışarıya çıktık. Önce aile mektuplarına adalar çizerek bir yol haritası çıkardık kendimize, sonra dinledik birbirimizi, duyduklarımızdan taşanları hafiflettik, onları kavanozlara koyduk sakladık, sonra yola çıktık. Ayağımıza taşlar değdi, tökezledik, düştük, yaraları sarmak için birbirimizi davet ettik ama o koltuktaki boşluğa ne yaparsak yapalım bir şekilde geri döndük. Bu örtünün de koltuğun da üzerinde kalan iz bırakan ağırlık gerçekten çok tuhaf bir ağırlık çünkü onu kimin taşıdığı belli değil. Eğer bu ağırlığı taşıyan yani tartan biri yoksa yine de ağırlık ağırlık mıdır? Ya da artık onu tutan eller yoksa taşın ağırlığı dünyaya mı pay edilir?
Buradan sonrası ise o ağırlığın yerini uçuşmaya bıraktığı bir Sürükleniş. Serginin kapanışı gibi olan bu eser, huzur ve huzur kaçırma üzerine. Sükutun, sakinliğin bozulmasının aslında dışarıda değil hep derinde, hafızanın içinde olduğunu söylüyor. Sürükleniş adlı video eserde, uçsuz bucaksız bir deniz manzarası içindeyiz, bir okyanusta ufku seyredalmışız ama içeride bir yerlerde karaltılar şimşek gibi çakıyor. Sergi boyunca gidip geldiğimiz aile geçmişlerinden kaçmaya, bugün durduğu yerden çıkmaya hazırlananların yaşadıkları zorlukları düşünüyorum. Bu eser esas şimşeklerin o toplumsal hafızadaki bölünmelerin, karaltıların uzantısı olduğunu söylüyor bana. Tüm sergi bir yüzleşmeye davet ediyor, mümkünse bir konuşmaya çağırıyor ya da en azından.
“Biz”den bahsetmenin, ortak alışkanlıklarımızdan konuşmanın çok zor olduğu bir zamandan geçiyoruz. “Orta sınıf ortadan kalktı” derken kast ettiğimiz bu sanki 2024 Türkiyesi’nde. Arka arkaya gelen ekonomik krizlerin yarattığı sınıfsal uçurumların yansıması olarak zevkin ve/ veya neşenin ortaklıklarının da sona ermesiyle karşı karşıyayız. Bu durumu zevklerin yani keyiflerin, paylaşılan coşkuların, kutlanan onurların kaybolması olarak düşünebilirsiniz. İsterseniz de Bourdieu’nun yapısalcılığının kırıla kırıla memleketimizde yeni anlamlara kavuşması olarak yorumlayabilirsiniz. Kültürel bir yerden ele alabilirsiniz. Ama nereden okursak okuyalım hep birlikte dilinden anladığımız nesneler de giysiler de neşeler de azalıyor, buharlaşıyor. Bu iyi veya kötü, öyle veya böyle. Bunaldıklarımızı, zorlandıklarımızı dillendirmek de daha zor hale geliyor bu yüzden. Adile Naşit’in koşturup durduğu piknik sahneleri çekilmeyince, o sahnelerde boğulan Müjde Ar’ların aaah belinda hali de anlatılmıyor çünkü. Ortak neşe yoksa ortak isyan da çıkması zorlaşıyor. Her gün daha çok susuyoruz hep beraber, ve bu sükutta hiç huzur yok. O bizi tanımlayan şeyleri kırmak da zorlaşıyor susunca. Buna rağmen Öner Taylan Öztürk bir yerden tutulabilecek parçalar bulmuş, o parçaları da saygıyla kendi haline bırakmış gibi görünüyor. Bu kolay gözükse de yapılması zor bir iş, buradaki mesele de bu kısa süreli küçük mekândaki sergiyi ilginç kılıyor. Bizim, yani arkadaşımla benim, karşı kahvede çalan sazı dinlerken sergiyi düşünerek sessizleşmemiz gibi şimdilik bu sükutu yaşadıklarımızı anlamanın suskunluğu olarak düşünelim.
Yazıyı Derya Bayraktaroğlu’nun sergi metninden bir alıntıyla tamamlamak isterim: “Bir topluluk olmak için yüzleşmek, kendini anlamak, olasılıkları yeniden hayal etmek, başkalarını anlamak ve birlikte düşünmek ‘Tuhaf bir ağırlık, küçük bir mesafe’de paylaşıldığı üzere, manzaranın güneşli tarafında yol almanın koşulu gibi görünüyor.”