Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

Queer sanatçılara ilham veren isimler

Argonotlar olarak Onur Ayı vesilesiyle sanatçılara sorduk: Sanatsal ve düşünsel yaratıcılığınıza katkıda bulunan, size üretmek için cesaret ve ilham veren sanatçı/lar kimlerdir?

Onur Ayı vesilesiyle Türkiye’den queer sanatçılara etkilendikleri, ilham aldıkları, onlara cesaret veren, yaratıcılıklarını, belki de üretimlerini geliştiren sanatçıların kimler olduğunu sorduk. Bu sorunun cevabı vesilesiyle sanatçıların edebiyat, müzik, sinema ve performans gibi sanatın çeşitli alanlarından beslendikleri kanalları, bunların üretimleriyle nasıl bir etkileşime girdiğini öğrendik. Zamanlar ve coğrafyalar arası ilham dolu bir yolculuğa çıktık. Şu iki sorudan yola çıktık ve tüm çeşitliliğiyle cevapları dosyamızda bir araya getirdik:

  • Sanatsal ve düşünsel yaratıcılığınızın oluşmasına, gelişmesine katkıda bulunan; size üretmek için cesaret ve ilham veren sanatçı/lar kimlerdir? Neden? 
  • Bu sanatçıların ya da işlerin sizin üretim sürecinize katkısı ne oldu? 

İsmine tıklayarak yazı içinde sanatçıların yanıtına ilerleyebilirsiniz:

Asya Leman

Kendi sanatsal üretimim üzerinden düşündüğümde beni daha çok otobiyografik anlatılar olarak kurgulanmış eserler cezbediyor ve bu anlamda üretim yapan sanatçı ve yazarlardan epey etkileniyorum. Örneğin günlük tarzında üretilmiş ya da anıları, kişisel arşivleri ihtiva eden işler… Ben de kendi üretimlerimde kişisel tarihimden yola çıkarak biriktirdiğim/bulabildiğim belge ve kayıtlarla daha çok hemhal oluyorum. Bu şekilde kişisel olan fakat bir şekilde toplumsal hafızada da yer alan travmalarla yüzleşiyor ve bunu bir iyileşme/iyileştirme meselesi olarak görüyorum.

Bana yaratıcılık konusunda ilk ilham veren sanatçıyı düşününce nedense ilk aklıma CANAN geldi. Sanırım 2014 yılında “Hezeyan” isimli bir video çalışmasına denk gelmiştim. Bu eser benim o ana kadar gördüğüm romantik-komedi-dram türünde değerledirebileceğim en sürreel video/film çalışmasıydı sanki. Bir aşk hikâyesi var, bir kadın var. Kadın bir adama aşık ama adam ortada yok. Yani bu adam hayali değil mi ondan bile emin değiliz ve bu kadın bir şekilde bir aşk yaşıyor. Biz de bunu adet günbegün tutulmuş bir günlüğü okur gibi izliyoruz. Bu eserdeki hikâye kurmaca olsa da o aşkı CANAN yaşıyordu ve bir aşkın kimi zaman acıya, kedere dönüşen hallerini, aşkın nasıl bir “hezeyan”a dönüştüğünün kaydını tutmuştu adeta. Buradaki kendini ortaya koyma, çığırından çıkışa izin verme, belgeselvari yaklaşım benim işlerimde de üretim pratiğimi tetikleyen konular. Soruyla beraber aklıma bu sanatçının gelmesi o anlamda bir tesadüf olmayabilir.

Bir de en büyük ilham kaynağım çevrem… Birbirinden parlak ve yetenekli arkadaşlarım, sevgililerim, aşklarımla beraber bu şehirde, bu ülkede, bu hayatta kalabilmek ve en temel hak ve özgürlüklerimizi kazanabilmek için yollar aramak, bu mücadelenin içinde olmak bana her zaman çok büyük bir ilham kaynağı oldu ve beni çok güçlendirdi.”

Ahmet Rüstem Ekici

Dorothea Tanning, Chambre 202, Hôtel du Pavot (Poppy Hotel, Oda 202), 1970-73.

Pop kültür, sahne performansları, müzik videoları, moda çekimleri, filmler ve edebiyatla sık temas eden bir üretim disiplinim var. Sanat pratiğimde 2014 yılında ürettiğim “Dönersen Islık Çal” mekana özgü ilk yerleştirmemdi. 100’e yakın plastik top ile kurgulanan yerleştirme, senaryosu Cemal Şan tarafından hazırlanmış ve yönetmenliğini Orhan Oğuz’un üstlendiği bu filmin final sahnesinden ilhamla, Mısır Apartmanı’nda, tam da filmin çekildiği terasa bakan pencerede konumlanmıştı. Yerçekimsiz, akışkan, materyal çeşitliliği bol 3D evrenler ve bilgisayar yazılımları, 2004 yılından bu yana, bana sonsuz ihtimaller aralıyor.

Bedenin mimari ile kurduğu ilişkiler üzerine çalıştığım serilerde üretimime ilham veren deneyimlerim beni antik dönem mozaik ustaları, Ortaçağ ressamları ile buluşturmuştu. Pratiğime ilham veren sanatçıları Claude Cahun, Leonor Fini, Meret Oppenheim, Dorothea Tanning, Storm Thorgerson, Key Sage, Remedios Varo, Şafak Şule Kemancı, Şahin Kaygun, Tobias Gremmler olarak sıralayabilirim. Hepsinin ortak noktasında bedenin var olduğu mekanlarla ilişkisine, doğa ve nesnelerle kurgulanan sahnelere, mitolojiye dahil oluyoruz. Beden kimi zaman ölçek ötesi bir yapı olarak karşımıza çıkarken kimi zaman eşlikçiler ile mekana veya alanına yayılıyor. Pandemi sürecinde Ev isimli çalışmamı Dorothea Tanning’e ait Hôtel du Pavot, Chambre 202 isimli yerleştirmesinden ilhamla oluşturmuştum. Tanning yerleştirmeyi, çocukluğundan, bir Chicago otelinin 202 numaralı odasında kendini zehirleyen Kitty Kane’i anımsattığı bir şarkı üzerine oluşturuyor. Mekan ve objeler ile birleşen, tanımsızlaşan, kimi zaman bir taşıyıcıya, eşlikçiye dönüşen bedenlerle bir karşılaşma olan bu yerleştirme eve kapanan, eşyaları ile daha haşır neşir bir kitleyi de yansıtıyor bu aralar benim için. 

Ahmet Rüstem Ekici, Ev, 3D Animasyon, 2020.

Neufert standartlarında var olmayan yapı tasarım ve ölçü ilişkilerini ancak deneyimlerle ortaya çıkarabiliriz. Bu noktada bedenin mimari tasarım ve nesnelerle ilişkisini, hareketini incelemek performatif dürtüleri ortaya çıkarıyor. Dorothea Tanning’in bedenleri kimi zaman taşıyıcı, tamamlayıcı olarak nesnenin bir parçasına dönüşmüş şekilde mekanda karşımıza çıkıyor. Mekan tarafından yutuluyor veya taşıyor. Mekanda var olan nesnelerle bütünleşen bedenlerle karşılaşıyoruz. Bu yerleştirmenin bir anımsatıcı ile yola çıkması da değerli. Çalışmalarımda mimari ve beden çoğu zaman bu noktalarda birleşiyor ve sıraladığım çoğu sanatçı gibi etkilendiğim şarkılardan, filmlerden beslenirken tanıdık bedenleri kullanmayı seviyorum. Materyal, üslup, doku, renk farkımız olsa da Dorothea Tanning, Leonor Fini, Meret Oppenheim, Storm Thorgerson her daim eşlikçim. 

Ateş Alpar

Banu Cennetoğlu, Gurbeti’n Günlüğü, 2017.

Etik, politik ve estetik açılardan samimi olan, çalışmalarında dürüst ve istikrarlı olan sanatçıların işlerini gördüğüm zaman heyecanlanırım. Heyecanın ötesinde, bu işler bana her zaman ilham verir ve motivasyon katar. Diğer yandan, işlerin bir belleğe, hafızaya parmak basıyor olmasını da beni etkileyen nedenler arasında sayabilirim.

Bu bağlamda birçok sanatçı geçiyor aklımdan, Türkiye’den ve dünyadan onlarca isim sayabilirim ama illa isim vermek gerekirse Banu Cennetoğlu ve Üzüm Derin Solak, ilk aklıma gelen sanatçılar. 

Berk Kır

Marcel Duchamp, Why Not Sneeze Rrose Sélavy 1964 (replica of 1921 original).

Fotoğraf aracılığıyla fikir inşa etme gayreti gösteren bir sanatçı olarak Duchamp ve Beuys’un düşünsel tavırlarını her zaman etkileyici buldum. Sanat tarihi eğitimi aldığım ve bu alanda çalıştığım için çok sayıda sanatçının hayatını çeşitli bağlamlar üzerinden inceleyebildim. Her zaman dahasını keşfedebiliyor insan, esasen en çok bu sınırsızlıktan ilham alıyorum. Duchamp ve Beuys’a dönecek olursak özellikle, Duchamp’ın “Rrose Sélavy” (Eros, c’est la vie) adını verdiği alter egosundan bahsetmem gerekir. Sélavy, kadın bir alter ego olarak ortaya çıkarken Duchamp’ın bazı günler bu kişi olarak hayatına devam etmesi öz-temsil biçimleri üzerine bana düşündürüyor. Bir tür cinsiyet bükme eğiliminin uzantısı olarak görmekte zorlanmıyorum.

Marcel Duchamp, L.H.O.O.Q, 1919.

Öncesinde, Mona Lisa’nın kart üzerine monte edilmiş, değiştirilmemiş siyah beyaz bir reprodüksiyonuna toplum kalıpları içerisinde biyolojik erkekliğe taraflandırılan bıyık gibi atribüler eklemlenmesi üretim dinamikleri içerisinde gördüğümüz bir işiydi. Bu bakımdan cinsiyetin tersine çevrilmesi perspektifinden etkileyici buluyorum. Beuys’a geldiğimdeyse deneyimlediği bilginin dönüşme biçimi kutsal kabul ediyorum. Bir tür şifacı yaklaşımla hayattaki varlığının temel idrakini nesneler ile olan ilişkisiyle sunuyor. Her iki sanatçının nesneler aracılığıyla yapılandırdığı anlamlar bütünü ve öznelliğinden ilham duyuyorum.

Rrose Sélavy’nin Portresi, 1921.

Doğrudan gördüğüm bir etkisi olduğunu kendimi tanıdığım kadarıyla söyleyebilmem zor olur. Ancak bir kişi, olay, durum vb. hakkında edinilen bilginin tesir etme potansiyelleri her zaman ortaya çıkabilir. Duchamp’ın retinal algıyı zihinsel olarak reddedişini ve resmin fiziksel görünümünden uzaklaşma arzusunu şiddetle anlıyorum.

Can Küçük

2012’de, 19 yaşımdayken, Mona Hatoum’un Arter’deki sergisini gördüğümde “şimdi anladım” gibi bir an yaşamıştım. Henüz aklımda sanat yapmak fikri yoktu. Birinin düşüncelerini ve deneyimlerini ifade etmek için çevresindeki şeyleri nasıl dönüştürdüğünü görmekten etkilenmiştim. İnsan kılı gibi küçücük bir şeyin kendinden çok daha büyük bir şeyden, dünyada olup bitenden bahsedebilmesi, sanat yapmanın yöntemlerinden birini iyi bir örnek üzerinden kavramamı sağladı. Cam ve metal çok duygusal kullanılmıştı. Ağlayıp durmuştum. 

Mona Hatoum, Silence, 1994.

O sıralar endüstriyel tasarım okuyordum. Benzer malzemelerle, benzer üretim teknikleriyle ilgileniyordum. Geriye dönüp de tam hatırlayamıyorum ama gördüğüm şeyler -sopsoğuk malzemelerin kişisel olanı iletebilmesi- bence ilk işlerimi yapmamda beni cesaretlendirdi. Zaman içinde ona daha az yakın hissettim. Her işin bir “fikri” olması ve bu fikri en yalıtılmış halde iletmeye çalışması benim de izlediğim bir yoldu ama artık, özellikle şimdilerde başka türlü yaklaştığımı hissediyorum. Garip, tam kavranamayan, fiziksel dünyayla bağını her zaman o kadar önemsemeyen işleri daha çok seviyorum. Üretirken sonucunu tüm detaylarıyla gözümde canlandıramayınca daha iyi hissediyorum.

Elçin Acun

Doug Aitken, Migration (empire), single-channel video, 24:28 minutes, 2008.

Bu soruları gördüğümde neden ya da daha çok kimden ilham aldığıma dair önceden uzun uzun düşünmediğimi fark ettim. Aslında zor bir soru daha doğrusu ifade etmesi kolay değil, çünkü bazen ilham aldığımız şey, bir sanatçının işi, bir kelime ya da onun çağrıştırdıkları, bir metin, bir melodi ya da bir görüntü olsa da bazen çok soyut bir his, bir an ya da tanımı sözle ifade edilebilecek bir şeyin dışında, dilin ötesinde bir yerde duran bir ürperti olabildiğini düşündüm. Sözcükler ile hakikatin nasıl örtüştüğünü duygusal bir yerden çözümleyebildiğimi hissediyorum. Bu sebeple soru böyle sorulmamış olsa da bu yazının başında, somut örneklere geçmeden önce biraz daha duygulardan ve düşünce akışımdan bahsetmek istiyorum. Yıllar geçtikçe, daha fazla şeyle karşılaştıkça, öğrendikçe, gözlemledikçe, biriktirdikçe aklıma takılanların bana geri dönüşünün değiştiğinin farkındayım. Elbette bu şaşırtıcı ya da özel bir durum değil, zaman akan bir şey ve en çok da bu akış bana ilham veriyor. Özellikle kendi sanat pratiğimde videoyu neden kullanmayı sevdiğimin cevabını ararken hep akış kavramını yeniden hatırlıyorum. Benim için video, içinde zamanı ya da süreyi barındıran bir imgeler bütünü, onunla zaman mefhumunun çizgiselliğini kırabilmek akış içinden bir parçayı koparmak gibi. Ama senaryo mantığındaki şekliyle başı ve sonu olan bir parça değil de gidişat içinde bir boşluk yaratmak gibi. Bu kocaman şehirde her şey tıkırında ilerlerken, ben çoğu zaman panik halde aceleyle koşuşup buna rağmen geç kalmış hissediyorum, kafamın içinde dönen kıyaslamalar, tanımlar, kriterler, yaklaştıkça uzaklaşan idealler ile hep mücadeledeyim ve akışın içinden bir parçayı kafamda döndürerek yavaşlıyorum, toleransımın ve kırılganlığımın daralan sınırlarını yeniden esnetmeye çalışıyorum. Bu şekilde bazen kendimi anlamaya ya da tedavi etmeye çalışmak bana ilham sağlıyor ama bazen de kendiliğinden ortaya çıkan duygular, tesadüfler yani bildiklerimi bir kenara bırakıp beklenmeyene, belirsizliğe açık olabildiğimde, törpülediğim hisleri yeniden çağırmayı becerdiğimde, taşıdığım ağırlıkları benimseyerek kendime dahil edebildiğimde hissettiklerim örneğin sevgi, aşk, alışılmadık maceralara açık olabilmek bana ilham veriyor. Rebacca Solnit’in dediği gibi “Karanlıkta kapıyı bilinmeyen için açık bırak! En önemli şeyler oradan gelecektir, hatta kendine bile ancak bu kapıdan ulaşabilirsin.” Tabii ki bu evrensel sıkıntıların yanında yereldeki politikaya direnmek, yani Türkiye’de hayatta kalmaya çalışmak bir meydan okuma gibi; ayrıştıran, ötekileştiren, kendi normunu dayatan ve bu normun dışında kalanları görmezden gelmenin yanı sıra, farklılığın varlığını bir tehlike unsuru olarak gösteren ve bunun herkes tarafından kanıksanmasını sağlamaya çalışan, kanıksanmadığı takdirde linç kültürünü tetikleyen, hak ihlalinin gündelik hayatın merkezinde olduğu, şiddet yanlısı ve hatta şiddeti söylemleri ile pekiştiren, uygulayan, kendimizi sürekli güvencesiz ve tehdit altında hissettiğimiz bir ortamda heteronormatif yapının dışında kalan insanlar olarak eminim çoğumuz öfkeden de ilham alıyoruzdur. Şimdi sorunun somut kısmına gelirken 1970’larin feminist performans sanatçılarının benim için ne kadar büyüleyici olduklarından bahsedeceğim. Onların bedenlerini fiziksellikten, üretkenlikten ve arzu nesnesi olma halinden sıyırıp, bir keşif ve direniş alanına dönüştürerek kendi sanatsal ifadeleri üzerinden özgürleşme aracına çevirmeleri, onların benim nezdimde bir öğretmen gibi konumlanmalarına sebep oldu. Bedeni kuşatan normları düşünmeye başladığım noktalardan biri performans sanatı. Atanmış rolleri, gereklilikleri, doğuştan sayılan kategorileri, bedensel işlevleri sorguladığım ve bedeni dolayısıyla da kendimi bu kavramlardan nasıl bağımsızlaştırabileceğime dair ipuçları aradığım alanlardan en önemlisi ve performatif işler yapmam için cesaret bulduğum yer orası sanrım. Bu anlamda bedenlerinin sınırlarını zorlayan, cinsiyeti ve toplumsal cinsiyet kimliklerinin beraberinde getirdiği uzlaşımları sorgulayan, ırk- sınıf-kimlik-etnisite gibi meseleler üzerinden okumalar yapan birçok sanatçı sayabilirim fakat işlerini en çok sevdiğim sanatçılardan birkaç örnek vereceğim.

Cassils, Pin Up from the Magazine Lady Face Man Body, No. 3, 2011.

Martha Rosler, “Semiotics Of The Kitchen” videosunda televizyon kanallarının gündüz kuşağında kadın programı olarak tabir edilen, çoğunlukla yemek tarifleri ile mutfakta geçen, bir hanımefendinin ideal özelliklerinin öğütlendiği, güzellik sırlarının paylaşıldığı program tipini ironik bir dille eleştirtir. Kamera karşında, mutfak aletlerini a’dan z’ye sıralayarak, her aleti işlevlerinden soyutlanmış hareketlerle betimler. Performans videosu olarak adlandırabileceğimiz bu video aslen kadına atfedilen mekanlar, cinsiyet rolleri ve bu rolleri oluşturan mekanizmalar gibi kavramlar hakkındadır. Kültür endüstrisi ile aynı araçları ve dili kullanarak sistemi tersine çevirir. Ulrike Rosenbach en sevdiklerimden bir diğeri; Boticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” tablosunu yeniden ürettiği video işinde kendi bedeni üzerine tablodaki Venüs figürünü yansıtır. İşi izlediğimizde Linda Nochlin’in ünlü metini “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” kaçınılmaz olarak aklımıza gelir. Günümüz sanatçılarından birçok farklı disiplinde çalışan ama özellikle video, fotoğraf ve performansı bir arada kullanarak yaptığı işleri çok beğendiğim kuir sanatçı Cassils’ten de şu sıra çok etkileniyorum. Bedenini bir deney alanı gibi kullanıp cinsiyet ile ilgili algımıza damgasını vurmuş ikili düşünce yapılarını bulanıklaştırarak akışkan yapısına vurgu yapan işleri var. Ayrıca daha fazla sinematografik ögeyi barındıran video işler de beni çok fazla etkiliyor. Örneğin Doug Aitken’in “Migration” videosunda Amerikan otoban otellerini işgal etmiş egzotik hayvanlar görülür. İnsana özgü bu mekanlarda hayvanların bu kadar doğallıkla bulunma hali bana çok şiirsel geliyor. Eski Dirimart’ın Garibaldi binasında Bill Viola’nın “The Fall Into Paradise” videosunu izlediğimde ufak bir şok yaşamıştım. Hayatımda izlediğim en etkileyici işlerden biriydi sanırım. Son olarak fotoğraf eğitimi almış biri olduğum için sayısız fotoğrafçı sayabilirim, seçim yapmak çok zor olsa da Chindy Sherman, Robert Mapplethorpe, Sally Mann, Michael Akerman, Nan Goldin ve daha genç kuşaktan Nikki S Lee ve Lieko Shiga’yı eklemek isterim.

Shiga Lieko, Portrait of Cultivation (2019) from the Rasen Kaigan project.

Yukarıda performans sanatının bana hangi anlamlarda ilham verdiğini anlatmaya çalıştım, saydığım onca sanatçı ya da gördüğüm, okuduğum, tarihselliğindeki kırılmaları öğrendikçe hayran olduğum, daha çok zevk aldığım sanatın kendisi, fotoğraf bulunduğundan beri olan biten şeyler, Walter Benjamin, Susan Sontag gibi yazarlar her şey benim için aslında ilham kaynağı ve kullandığım teknikten, tercihlerimde kadar bütün üretim sürecimi etkiliyorlar ve bu birikimin büyüsüne kapılarak kendimi bırakmayı hayatımın her döneminde arzuluyor olacağım.

Erinç Seymen

Ortaokul yıllarımın başında, renkli ama baskı kalitesi düşük bir kitapta Francis Bacon’ın ilk çarmıh triptiğiyle karşılaştığım anı, kolumda sızlayan bir çürük gibi hatırlıyorum. Sanatın, hayatı taklit etmek ve kaydetmekle kalmayıp, bir yaşamsal deneyim alanı olarak başka birçok yaşamsal deneyime kafa tutabildiğini ilk kez bu kadar yoğun hissetmiştim. Sanat yapıtı, seyre dalınan bir nesne olmanın ötesinde, içine girdiğim/sığındığım, içinden dönüşüm geçirerek çıkabildiğim bir dehliz ya da uygun gözün doğru bakış açısıyla canlanan bir tür Golem gibi, şekilden şekile girebilen ve zihnimin hiç tanımadığım yerlerini uyarabilen insan yapımı bir mahluktu.

Francis Bacon, Three Studies for Figures at the Base of a Crucifixion, 1944.

Bacon, yani şu İrlanda’da doğmuş, memleketini terk edip Londra’ya yerleşmiş, o karmarışık ve çetin şehirde hayatta kalmak için bulaşıkçılık yapmış, Katolik yetiştirilişinden inançsız çıkmış, eşcinselliğini gizlemeyen, sivri dilli, burjuvaziyle uyumsuz, hem yabani hem sıcakkanlı adam, cinsel yöneliminin ötesinde, sanatının benzersizliği ve sosyal kıvraklığıyla, o zamanlar ne manaya geldiğini hala idrak etmeye çalıştığım queer’ın sayısız muhtemel tanımından biri gibi karşıma dikilmişti. Bacon “hikâye”nin, sanatın değil, illüstrasyonun işi olduğunu söylüyordu ama adeta insanlığın bazen neşeli, çoğunlukla kanlı hikâyesinin nektarını süzüp servis ediyordu. Politikayı ağzına almadan politik olmanın, “seçkin” kalabalıkların ilgi odağında kalıp hiçbirinin gustosuna yakalanmamanın, meraklılarını, cevabını duymak istedikleri hiçbir soruyu yanıtlamadan tatmin etmenin yollarını bulmuş bir dehaydı. 

Bacon şiddetin ve zulmün tarihinde gezinen patronsuz bir ajandı, bana şiddetin güncesini nasıl tutabileceğime dair hala ilham verir. Tahminen benim ürettiklerimi fazla anlatımcı bulurdu ama ben retinal “beyaz gürültü” etkisini yakalamaya çalışırken onun sanatsal mirasını hatırımda tutarım.

Eşref Yıldırım

Eşref Yıldırım, Arkadaş Z. Özger, Yalnızlık her sabah öldürüyor beni, 2020. Fotoğraflar: Kayhan Kaygusuz

Atanmış, dayatılmış olandan çıkmak için yapılan diğer seçimler gibi kendi ismini de seçmenin bugün queerler arasında ne kadar yaygın olduğunu görüyoruz, Arkadaş Z. Özger bunu çok önceleri yapmış, kendisine Arkadaş ismini koymuş. 60’ların ağır politik ortamında, sadece toplumcu şiirlerin yazıldığı sosyalist çevrelerde, çok da zamana uygun düşmeyen ama bugünden bakınca ne kadar politik olduğunu görebildiğimiz şiirler yazmış. Aşktan, bedeninden, sevişmekten, yalnızlıktan bahsetmiş. “siz inanmayın bir gün değişir elbet / güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü”, “pencereyi kapama / gök dolabilir içeri”, “bir gün elbette / zeki müreni seveceksiniz / (zeki müreni seviniz)” gibi günümüzde çok paylaşılan dizelerin şairidir.

Arkadaş, henüz hayal ettiği ilk kitabı “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”nın basıldığını göremeden, daha 25 yaşındayken bir kaldırımda ölü bulundu. Otopsi raporuna beyin kanaması sonucu öldüğü yazıldı. Ölümünden iki yıl önce yaşadığı öğrenci yurduna polis gözetimindeki faşistler tarafından yapılan saldırıda aldığı darbelerin buna neden olduğu düşünülüyor. Bu baskını anlattığı bir şiiri de var.

Eşref Yıldırım, Geceden kalma bir şey sergisinden, Yalnızlık her sabah performans yerleştirme, 2022.

2020 yılında, pandeminin başladığı aylarda, devam eden şairler serim için Arkadaş’ı çalışmaya karar vermiştim, şiirlerine bakıyordum. Muhtemelen daha önce de okuduğum bir şiir olmasına rağmen “Bir gün sevişmeyi bana” şiirindeki “yalnızlık her sabah öldürüyor beni” dizesinin beni vurması o sıralarda oldu, tam da o hâldeydim çünkü.

“çözerek gecenin ipliğini hışımla / hüznümü ve yalnızlığımı sarıyorum sabaha” dizelerinden de hareketle şiirin bir bölümünü örmeye karar verdim. O zamana kadar yaptığım en büyük örgüydü, pandeminin de etkisiyle o öldürücü yalnızlıkla daha fazla hemhâl olduğumuz günlerde, günlerce gecelerce durmadan ördüm. Kendi var oluşunu gerçekleştirme olanakları çok sınırlanmış ve zaten yaşamasına dahi izin verilmemiş, ölümünden sonraki uzun yıllarda çok az kişinin okuduğu, andığı bir şaire selam göndermek, borç ödemek gibiydi bu, yıllar önce yazdıkları benim ve daha birçok insanın bugün hissettiklerine karşılık geliyordu.

Eşref Yıldırım, Geceden kalma bir şey sergisinden, Yalnızlık her sabah performans yerleştirme, 2022.

O büyük örgü bittikten sonra ben o şiirle yaşamaya devam ettim, özellikle uyandığımda tavana bakarken “yalnızlık her sabah öldürüyor beni” dizesi aklımda oluyordu. Oralardan giderek başka bir performans çıktı ortaya. 

“kandan ve ceninden bir gün daha başlarken”, bütün o karamsarlığın içinde hâlâ yeni günün, “o sevecen çığırtkan”ın vadettiği oyundan bir umut devşirmek, gelecek o “bir gün”ü beklemek sanırım benim bütün hayatıma yayılmış bir hâli de anlatıyordu. “Merhaba Canım” belgeselini izlediğinizde Arkadaş’ın o zamanlar içinde yaşadığı sosyalist edebiyatçı çevrenin ne kadar homofobik olduğunu, ne kadar büyük bir baskı altında yaşamak zorunda kaldığını daha iyi anlıyorsunuz. Taşrada doğup büyümüş, çocukluğunu ve gençliğini internet öncesi devirde yaşamış ve sosyal becerileri gelişmemiş biri olarak ben de gelecek o bir günü beklemiştim hep, şiirle kurduğum bağın bir nedeni bu olmalı. Bir yandan da bütün bu karanlık zamanlarda, yıllarca ölümle, kıyımla, katliamla, tutulamamış yaslar, gerçekleşmeyen adaletle meşgul olduktan sonra yaşama duyduğum açlığın daha baskın olmaya başlamasıyla ilgiliydi. Yalnızlıktan ölürken yaşama da karışmaya çalışıyordum.

Eşref Yıldırım, Geceden kalma bir şey sergisinden, Yalnızlık her sabah performans yerleştirme, 2022.

Mayıs ayında gerçekleşen “Geceden kalma bir şey” sergisi ismini yine “Bir gün sevişmeyi bana” şiirinden, o şiirdeki “geceden kalma bir şeyle oynuyor kalbim” dizesinden aldı. 10 yıllık üretimimden bir seçkinin yer aldığı sergideki tek yeni iş “ Yalnızlık her sabah” isimli mekâna özgü yerleştirme ve performanstı. Akma Denemeleri videosunun önünden akan gecenin iplerini, üst kattan yavaş yavaş yukarı çekip balkon demirlerine sarıyordum performans boyunca, geceden sabaha geçişi sağlayan bir işçi gibi. İpleri çektikçe de alt katın tavanı gibi konumlanan kumaş yüzeyde “Bir gün sevişmeyi bana” şiirinin bir bölümü okunabilir hale geliyordu. Kısacık hayatında yazdıklarıyla bize o kadar çok ilham veriyor ki Arkadaş, şiirinin sonunda söylediği gibi umarım bir gün sevişmeyi de öğreneceğiz.

Furkan Öztekin

Sol: Furkan Öztekin, Pembe Yolculuk, Kâğıt Kolaj, 2019 (Fotoğraf: Mixer Arts)
Sağ: Ceyhan Fırat, 90’larda Ankara’da bir fotoğraf stüdyosunda (Kaynak: Ceyhan Fırat Arşivi)

Geçtiğimiz Kasım ayında kaybettiğimiz sanatçı, yazar ve aktivist Ceyhan Fırat’ı en büyük ilhamlarımdan biri olarak gösterebilirim. Tanımayanlar için Ceyhan Fırat, 90’larda Ülker Sokak’ta yaşamış, sahne sanatları, sinema ve edebiyatla iç içe olmuş üretken bir figür. Ülker Sokak sürgününden sonra temelli olarak İsviçre’ye göç etse de zamanında Türkiye queer kültürüne değerli katkıları olmuş. Kutluğ Ataman’ın “Ruhuma Asla! (2001) ve Atıf Yılmaz’ın “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1994) başta olmak üzere yer aldığı çeşitli sinema ve televizyon yapımlarıyla 90’larda LGBTİ+ görünürlüğü için önemli mücadeleler vermiş. Bana ilham veren, bir nevi yaratıcılığımı tetikleyen eseri ise Ülker Sokak sürgününe değinen otobiyografik metni “Bacak Böcek Oyunu” (1996) diyebilirim. Anlatının aralarına serpiştirdiği, yıllar sonra zamansız şarkılara dönüşen şiirlerini de es geçemem. Özellikle “Bir An ve Mario’nun Şarkısı” kulağımda hep çalar.

Binbir zorluk ve mücadeleyle kendini inşa ettiği süreçte sanatı bir direniş biçimine dönüştürüyor Ceyhan. Zor zamanları üreterek aşıyor. Üç yıllık kısa tanışıklığımızda ondan öğrendiğim değerli şeylerden sadece biri bu.

Ceyhan Fırat’la Serdar Soydan aracılığıyla tanıştığımda ilk kişisel sergim “Dört Mevsimlik Mayıs” (2019) üzerinde çalışıyordum. Sergide Ülker Sokak’taki kiralık evlerin emlak fotoğraflarından oluşan “Pembe Yolculuk” (2019) isimli bir seri yer alıyordu. “Pembe Yolculuk”, fotoğraf yüzeyine açılmış, Ülker Sokak’taki sürgünü imleyen boşluklardan oluşan bir seriydi. Ben de “Pembe Yolculuk” serisinin hemen karşısındaki duvarı Ceyhan’a emanet etmeye karar verdim. Ceyhan, Ülker Sokak’ta yaşarken yazdığı şiirleri sergi için yeniden okudu. Kâğıtlarda açtığım boşlukları bir nevi sesiyle doldurdu.

Geçtiğimiz sene Arter Araştırma Programı kapsamında çalışırken “Re: [aap_2020]” isimli kitabımızda yayımlanan, Ceyhan’ın da dahil olduğu kurmaca metinler yazdım. Kısacası benim kâğıtla, yüzeyle, mekânla ve metinle olan ilişkime yeni bir boyut kazandırdı Ceyhan. Yeniden şekillendirdi. Yorgun sesiyle, hayat hikâyesiyle, zorluklara rağmen dik durabilmesiyle bana hep umut verdi.

Gözde İlkin

Gülsün Karamustafa, Örtülü Medeniyet, 1976.

Üniversite sonrası, aile hikâyelerinden esinlenerek, evdeki kumaşlar ile çalışmaya, düşünmeye başladığım zamanlardı. El ile işleyerek bir yere yerleşmenin; evi, ilişkileri dokuyarak tanıdık bir alan yaratmanın hissini Gülsün Karamustafa’nın 1976 tarihli Örtülü Medeniyet adlı resminde bulmuştum. 

Örtülü Medeniyet ev içine sıkıştırılan rollerin bir eleştirisini, aynı zamanda tüketim ve göçün getirdiği yabancılaşmanın içinde kendimize ait yeri-evi her seferinde yeniden kurma pratiğinin bir performansını sunar. Resmin ana karakteri, televizyon, radyo, telefon, dikiş makinası gibi döneminin yenice evlere dahil olan elektronik aletleri ortasında oturmuş, dantel ören bir kadını betimler. Yüzey resminden sıyrılıp kadın oluşun her haline, emeğine, günlük hareketine dahil oluruz. Elde işlenen danteller, odanın sınırlarını siler, nesnelerin tanımlarını bozar. Evin, aile oluşun kimliğini sökercesine mekanı kaplayan danteller içinde kadın, aşina olduğu ev hissini ve varlığını, yabancı olan herşeyden geri alır.

Çalıştığım malzemenin tanımlarının dönüştüğü, sanat ve zanaat üzerine sorduğum soruların değiştiği bir dönemde izlediğim resimlerden biriydi. Farklı yaşamlara ait kumaşlara çalışırken her seferinde yeniden deneyimlediğim; bir fikri işleyerek yerleşen, kendine ve ötekine alan açan, üreterek çoğalan Örtülü Medeniyet’in ana karakterini anımsarım. 

İpek Duben, Şerife serisi, 1981, Tuval üzerine yağlıboya, SALT Beyoğlu “Ten, Beden, Ben” sergisi.

İlk olarak Şerife serisi ile tanıştığım, yakın zamanda da Salt Beyoğlu’nda açılan sergisi ile tüm işlerini izleme şansı bulduğum İpek Duben’in yıllara yayılan üretimleri, sürekliliği olan bir performans, gündemi okuyabileceğimiz bir almanak olarak izlenebilir.

Toplumsal cinsiyet rollerinin, görünmez kılınan emeğin ve sınıfsal ayrımların ev içi ve ev dışındaki değişmeyen sahnelerini Duben’in Şerife serisi ile izlemek mümkün. Duben, pazardan bulduğu çiçek desenli elbiselerin içini gazete kağıtları ile doldurarak eve temizliğe gelen Şerife’nin temsillerini tuval üzerine yağlıboyayla üretir. Şerife’nin yokluğu, resmettiği farklı motiflerdeki içi boş elbiselerde çoğalır. Yüzey resminin bir karaktere, bir yaşama dönüştüğü, Şerife’lerin performansına tanıklık ederiz.

Beden ve tenin yerini alan, örten, kültürel ve geleneksel hafızayı taşıyan kumaşlar görünmez olanın varlığını teyit eder. Kumaşın gündelik hayattaki yeri, geçmişten günümüze taşıdığı motifleri, hayatımızda neyi nasıl kapladığımız ve örttüğümüzün birer yansımasını sunuyor. Sorduğum soruların, düşünce ve hislerin sahnelendiği bir mekan, birer hafıza nesnesi olarak kumaşlarla çalışıyorum. Özellikle yaşanmışlığı olan, döneminden izler taşıyan kumaşlarla çalışırken, motiflerine saklanan zamanı, unutulmuş ya da unutturulmuş olan yaşamları keşfediyorum. Şerife serisinin elbise motiflerinde de kadın oluşun her hali ile karşılaştım. Sınıfsal ayrımları temsil eden elbiselerde emeği, tüm hisleri ile acı, neşe ve kederi bugüne taşıyan Şerife’ler görürüz. Boya ve yüzey resmi olarak üretilmiş seri, Şerife’lerin çoğalarak sahnelendiği performatif bir alan yaratır. 

Akademide öğrenci olduğum yıllarda boya, fırça ve tuval ile çalışırken bir tuvalin bir karaktere, sahneye dönüşme ihtimalini Şerife serinde görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Figür ve formlar, tuvalin sınırlarına sıkışıp kalmış bir seyir halinden çıkar. Şerife’nin yokluğundan çoğalan, birlik olan ayaklanan kadınlar görürüz. Zihinsel bir performansa ve harekete dönüşen seri, bir fikri farklı yöntemlerle ve mazlemelerle sahneleme ihtimalini hatırımda tutmamı sağlayan işlerdendir. 

Hakan Sorar

Üretim yolculuğum fotoğrafçılıkla başladı. Patti Smith’in Çoluk Çocuk kitabı ile tanıştığım Robert Mapplethorpe beni oldukça etkilemişti. Çalışmayı en çok sevdiğim materyal ise şipşak filmlerdi. Polaroid / Fujifilm instax filmlerin anı yakalama ve nesnellik bağlantılarını araştırırken yolum Şahin Kaygun ve David Hockney’in zamanı, anı karelere bölmesi ile kesişti. Şahin Kaygun fotoğraflardaki manzara, beden ve mekanı çeşitli parçalara ayırırken parçaların sınırları içerisindeki hikâye ile buluşturuyordu izleyiciyi. David Hockney ise zamanı parçalara bölerken sanat tarihi referanslarını fotoğrafla yorumluyordu. 

Şahin Kaygun’un üretim teknikleri analiz etme ve üzerine çalışma sürecimde Fujifilm instax ile bir işbirliğim oldu. Bu sayede fotoğrafın ve zamanın manipülasyonu ile ilgili gelişme şansım olduğunu söyleyebilirim. Beden, bedenin mekanla ve zamanla kurduğu bağ üzerinden özellikle Şahin Kaygun’un eserleri ile harmanlanmak bana,1000’e yakın şipşak film çalışma üretme şansı verdi. Şahin Kaygun farklı odaklama, yansıtma teknikleri ile Polaroid makinelerden baskı alarak bir bütün oluşturuyordu. Ben de yeni teknolojiler ve yeni nesil baskı makineleri ile imaja ve ana müdahale ederek onu parçalara bölebiliyor ve analog filmle buluşturarak bir illüzyon yaratabiliyorum. Üretim serüvenim dijital bedenler ve dijital çalışmalarımın analog filmlere baskıları ile devam ediyor. 

Huo Rf

The Nude, 2000, oil on canvas, 30.5 x 45 cm, Exhibited in “Poetic Justice”, Curator: Dan Cameron – 8th. Istanbul Biennial 2003.

Birçok isim sayabilirim; Gülsün Karamustafa, :mentalklinik, Raqib Shaw, Fiona Banner, Hüseyin Bahri Alptekin, Dara Birnbaum gibi. Ama kendi tarihime gidelim, ben lisede ve üniversitede güzel sanatlar okudum, yani toplamda sekiz sene resim eğitimi aldım. Her şeyi sorguladığım ve bugünkü kendime temel attığım yıllara denk gelen bu süre boyunca oldukça umutsuzdum ve birsürü nedenle yorgun hissediyordum. Üniversitede eğitim alırken, hocaların istedikleri dışına çıkmamıza izin verilmiyordu, sabit bir müfredat vardı; birçok okulda olduğu gibi. Bu da aslında malzemeyle ve doğalında yaratıcı tarafınızla olan mesafenizi açıyor, güncel sanatla bir ilişki kurmanıza engel oluyor. Ben Taner Ceylan’ın resimlerini ilk olarak üniversite yıllarımda keşfettim. Resimleri bana başka olasılıklar sunmuştu, gerçekliğin başka dilleri olabileceğini anlamam için olanak yaratmıştı. İşlerinin gücü sebebiyle ismi aklımın bir köşesinde kalmıştı. Okuldan mezun olduktan sonra sudan çıkmış balığa döndüm; özellikle ekonomik durumu elverişli olmayan bir ailede yetiştiyseniz, ki Türkiye’de çoğu üniversite mezununun gerçeği bu, okulla ilişiğinizin kesildiği ilk gün yeni hayatın heyecanı yerine ensenizde hayat gerçekliği ile karşılaşmak güç oluyor. Buralara giriyorum ve kendi hikâyemin big bang’inden başlıyorum açıklamaya çünkü her şeyin anlamını yitirdiği ve gerçekten çok zorlandığım o dönemde aynı zamanda çalışmak durumunda olduğum için İstanbul’da birkaç kuruma ve kişiye mail atmıştım. O attığım mail’lerden bir tek kişisel olarak hiç tanımadığım Taner Ceylan’dan geri dönüş aldım. Asistanlık için görüşme talebime olumlu cevap vermişti. Taner Bey ile yakın zamanda kapanan Gölge Kafe’de buluşmuştuk. Biz resme dair konuşurken yanımıza Erinç Seymen ve Merve Yeşilada (Çağlar, o dönem Galerist direktörüydü) uğramıştı. Görüşmemiz güzel geçti ve beş yıl boyunca Taner Bey’in asistanlığını yaptım. Bu manzaraya dışarıdan baktığımda Taner Bey, genç, tecrübesiz, İstanbul’da okumamış ve yaşamamış, kimsenin kimsesi olmayan birine bir fırsat sunmuştu. Güncel sanata dair hiçbir fikrim yoktu. Galerist’in inanılmaz yıllarıydı, Andy Warhol sergisi ve Hussein Chalayan sergilerinin açılışlarını hâlâ unutamıyorum… Mersin ve Balıkesir’den sonra geldiğim yer, izlediğim şeyler, bilmediğim bir dünyayla buluşturuyordu beni. Taner Bey birikimini sıkılmadan benimle paylaşıyordu. Paylaşmayı seven, cömert bir öğretmendi diyebilirim, ben de şanslıydım sanıyorum. İstanbul’da kalmam ve üretebilmem için hem sebep hem de kaynak oldu. Ümit Özdoğan onun asistanı oldu, sonrasında bana sanatçı adım olan Huo Rf mahlasını seçtik. İşlerime birlikte baktık; eleştirilerini eksik etmedi. Aklımdakileri malzemeyle nasıl ilişkilendirebileceğime dair sadece güncel sanattan değil, birçok farklı disiplinden bildiklerini bana okuttu, izletti, dinletti. Kendi şahit olduğu Türkiye yakın güncel sanat tarihine ben de tanıklık ediyordum. Onun yaptıkları, kişisel mücadelesi bana ilham oldu; cesareti cesaretimi artırdı. Teknik sabırla buluşturdu beni. Yıllar boyu, her gün saatlerce resim yapan birini izledim. İşimi iyi, inandığım, doğru ve düzgün bir dilde üretirsem her zaman ayakta kalabileceğimi öğretti. Sanatsal pratiğimde kimliğe dair mekânlarla kurduğumuz ilişkiler ekseninde dertlerimi görmeme ve anlatmama aracı oldu. Bu cesaret ve ilhamın tek bir kaynağı yoktu, Taner Bey’in sanatı, deneyimleri ve açtığı alan, bambaşka bir sanatçının kendini var edebilmesi için ilk ve büyük adımları oldu. 

Huo Rf, P.B., Mixed media on copper, on wooden pedestal. 13 cm x 21 cm x 34,5 cm. 2019. Produced with the support of the American Turkish Society.

İlk soruda ismini paylaştığım sanatçılar; üzerinde düşündükleri, araştırdıkları ve çalıştıkları konuları, hikâyeleri daha çok malzemeyle işleyen kişiler. İş üretirkenki hassasiyetlerinden işlerinin estetiğine kadar inşa ettikleri sanatsal dil, üslubumu pekiştirirken tekrara düşmemek için bana gerekli desteği ve inancı sağladı diyebilirim. Kendi sanatsal pratiğimde işlerim daha çok kimlik sorunu ve mekânlarla kurduğumuz ilişki arasında şekillenirken, malzeme olarak bakır, üzerinde çalıştığım farklı serilerle de bağ kuruyor. Mesela, SVA’deki atölye ziyaretinde Dara Birnbaum zaman zaman ziyaret ettiği bir heeling merkezinden bahsetmişti bana; utanç üzerinde çalıştığım seri ile Dara’nın bahsettiği meditasyon süreci -aslında olumsuz şeylerin yazılıp yakılma pratiği- yan yana geldi. Farklı deneyimler, bakırın zamansallığı işin yüzeyinde yanan kağıdın ısısıyla renk değiştiren bakırı soyut bir resme dönüştürmüş oldu. 

İlhan Sayın

İnternetin olmadığı öğrencilik yıllarımda yani 90’lı yılların ilk yarısında Mimar Sinan’ın kısıtlı kütüphanesi bana yeterli gelmediği, çeşit olarak daha fazla yabancı kaynak, sanat kitabı görme arzusuyla Beyoğlu’ndaki Alman, İngiliz ve Amerikan kültürün kütüphanelerine üye olmuştum. David Hockney’i İngiliz Kültür’ün kütüphanesinde böyle keşfettim. Sanırım ilk görüşte beni cezbeden resimlerindeki renk, ışık, hafiflik onları rahatça ve çok taze bir hava ile çizmesi, boyaması olmuştur.

Onun çevresinde olup bitenleri bir ressam dikkatiyle gözlemleyip nerdeyse bir günlük tutar gibi resim yapmasını, çalışkanlığını, sanat tarihine olan özel ilgisini, kendi deyişiyle realist değil naturalist resimler yapmasını, yeni tarzlar, biçimler denemekten korkmamasını açık eşcinselliğini daha sonra, onu yavaş yavaş tanıdıkça farkına varıp daha da çok sever olmuştum. Resimlerini ilk görüşte sevmeme sebep olan renk ve kendinden ışıklıymış hissi uyandıran tarzının bana resim yaparken motivasyon verdiğini bende resmetme isteği uyandırdığını söyleyebilirim.

Leman Sevda Darıcıoğlu

Bu soru hep en zorlandığım sorulardan oluyor, birini söylesem diğeri kendini fısıldıyor ve derken bir diğeri… İçinde olduğum dönemlere, o dönemlerdeki arayışlarıma, meraklarıma, en çok nereden yaralanıp nereden güçlenmeye ihtiyaç duyduğuma göre değişiyor ilham aldığım sanatçılar. Burada isim saymak yerine birkaç tavırdan bahsetmek istiyorum içimdeki hayranlıklarıma hiyerarşi kurmamak veya burayı sayfalar dolusu isim ve işle doldurmamak için: İçindeki ateşi, külü, fırtınayı bedenine, sahneye, kalemine, bir objenin/bedenin/rengin bir diğerine değdiği boğum yerine taşıyan işler yapan sanatçılardan ilham alıyorum genel olarak. Yarattığı her ne medyum ise onu bir dünya yaratma özeniyle yaratan, yarattığı dünyaya gelişigüzel, umarsızca değil, damarlarındaki kanını ortaya koyarcasına, belki de ölümün, yasın, kayboluşun, yok oluşun erotizmiyle kol kola girerek can veren sanatçılara, sanat işlerine sonsuz çekiliyorum. Bir kimlik politikası olarak değil ama bir potansiyel olarak öncelediğim ve önemsediğim Batı-dışı/beyaz-olmayan ve queer bakışlar ise uzun zamandır gönlümün ilk aktıkları oluyor. Kırılganlığı bir kurban mitolojisi yaratmadan ortaya koyabilenlere, yaraya acıma daveti sunmak yerine yarayı açmanın gücünü gösterebilen işlerden çok besleniyorum. Yanı sıra egemen olanın dışında bir hazzı, neşeyi, arzuyu arayan, bu arayışa yer açan işler de yine bedenimde bir heyecan dalgası, içimde şen şakrak bir kıkırdama yaratıyor diyebilirim. Ve bir yandan ise baskının, tahakkümsel gücün yaşandığı yerde ona teslim olmamak adına gündelik, bazen soyut veya sembolik geliştirilen direniş metotlarından, tüm zorbalığın içinde kendini karanlığa bırakmak yerine umut bulan ve/ya bazen anlamın tüm yolları tıkalıyken anlamsızca kendini ve birbirini arayan bedenlerden ilham ve cesaret alıyorum.

İyi bir iş gördüğünde bedeninde tezahürünü hisseden bir sanatçı olarak dönüştüğümü, etimin, damarlarımın, beynimin kıvrımlarının değiştiğine inanıyorum. Hayal gücümü görebildiğimin ötesine alan tüm işlerle yürüdüğüm bir yolda görüyorum kendimi. Yer yer bankacılık, borsa kadar vahşi, yer yer devletlerin ve kurumların kendilerini aklama aracına dönüşen bir markette var olan sanata inancımı veren, dolayısıyla pratiğimi ve yaşam tahayyülümü anlamlı kılan temaslar bunlar benim için. 

Marina Papazyan

Johanna Hedva, Motherload oyunundan bir kare, 2012.

Son yıllarda, sanatsal üretime temkinli ve telaşlı yaklaştığımı fark ettim. Yöneliminizin, cinsiyetinizin, siyasetinizin anlaşılır olması için uğraşırken, bir yandan dışarıdan “okunabilir” olmak tehlikeli veya kısıtlayıcı bir hâl alabiliyor. Bu endişeyi taşıyan queer sanatçılar arasından beni en çok Johanna Hedva’nın düşünceleri etkiledi. Hedva’nın neredeyse tüm eserlerinde metinsel bir unsur var; sergilerindeki şiirler, kaydettiği “mahrem metal” (kendisinin kullandığı tanım “intimate metal”) albümlerindeki parçalar ve performansları, karanlık, talepkâr ve umutlu bir his taşıyor. Fakat Hedva aslında belki de sanatsal dertlerinin yalnızca bir kesitini yansıtan, 2016 yılında yayımlanan Sick Woman Theory (Hasta Kadın Teorisi) adlı kronik hastalığı üzerinden sağlamcılık, bakım, cinsiyet ve direnişi irdelediği metniyle tanınıyor. Sanatçı 2022 yılında, bu yazısının yaşamını nasıl etkilediğini “Why It’s Taking So Long” (Niye Bu Kadar Uzun Sürüyor) başlıklı eleştirisinde uzun ve derin bir biçimde değerlendirdi. Artık sanat kurumlarından kendisine yalnızca engellilik aktivizmi çerçevesinde davetler geldiğinden, pratiğinin kalanına dair ilginin azaldığından ve tüm bunlara rağmen bu kurumların daha erişebilir olmak için bir çaba sarf etmediğinden bahsetti. Söyledikleri arasında benim için en öne çıkan kısım şuydu: “Bazıları hayatımdaki en büyük trajedinin hastalığım olduğunu varsayabilir. Ama bence, çok daha büyük bir trajedi, ne hikmetse, bu konuda oldukça iyi yazabiliyor olmam.”

Bu metni okuduğumdan beri, Hedva’nın hayal kırıklığını ve aciliyet hissini paylaşıyorum. Ben de yazı yazmaya benzer bir beklentiyle yaklaşmış olduğumu; anlaşılır olmanın yeterli olacağını, anlaşılırsam tatmin olacağımı, hatta anlayışlılığın karnımı doyuracağı inancını taşıdığımı fark ediyorum. Hedva’nın, bir deneyimin sırf anlatılabildiği için çözümlenemeyeceğine, anlaşılmanın öyle çok da şaşaalı bir şey olmadığına dair sözleri bir süre daha aklımda kalacak.

Onur Karaoğlu

Benim ürettiğim işler daha performans odaklı olduğu için birinci elden, queer deneyimi yaşama ihtimali olan, bu alanda işler görmem pek mümkün olmadı uzun süre. Bu yüzden ilham aldığım queer deneyimler, başka formlardan, özellikle edebiyat ve sinemadan geldi kendi pratiğimi şekillendirirken. Edebiyatçılardan James Baldwin, Christopher Isherwood, Jean Genet ve filmcilerden Gus Van Sant, François Ozon, Rainer Werner Fassbinder, Pedro Almodovar’ı sayabilirim. Queer hikâyeler anlatmanın, temsilleri var edebilmenin imkanlarını araştırıyor hepsi de ve bunun kendi üretimlerimde bakış açımı özgürleştirmede büyük payı olduğunu düşünüyorum. 

Queer kültürün yerleşik sanat üretim pratiklerinde görünür kılınması her coğrafyada zaman alıyor. Yukarıda örneklerini verdiğim sanatçılar, yaşadıkları coğrafyada (ve başka coğrafyalarda da) etkili olacak işleri üretirken, toplumsal olarak belirli bir mücadele sonucu açılan alanları kullanıyorlar – bu mücadeleyi de veriyorlar yer yer. Üretim yaptıkları yerleşik formların queerleşmesini nasıl başardıklarını görmek, bana bunu başka formlarda uygulama olasılıklarını düşündürüyor. İçerikte olduğu kadar, queer düşünme biçimlerinin estetik bir değeri de var. Bunu özgün bir şekilde yapmanın yollarını anlıyor olmak çokça zihnimi açtı bu sanatçıların işleriyle diyebilirim. 

Özgür Saçan

Üretimlerimde ağırlıklı olarak, beden – uzam ilişkisini irdelerken; izleyici performansın içinde deneyimin öznesi olarak barındıran sanatçıları gözlemlemek ilham kaynağıma dönüşüyor. Rebecca Horn, Tino Sehgal, Sasha Waltz ve Lygia Clark üretim sürecimde iz bırakmış sanatçılardan bazıları. Horn’un çalışmalarında iç benlik, beden ve dış dünya arasında bir tür iletişim ve duyumsamanın aracı olarak işlev gören bedensel uzantılar; Clark’ın yarı – vücut olarak ifade ettiği sanat nesnesini aracı organ olarak kullanmayı amaçlayarak izleyiciyi de dahil eden organik bir ilişkiye dönüştürmesi kendi pratiğim üzerinde güçlü bir etki yarattı. Bunun yanı sıra düşünsel sürecimde yola çıktığım kavramların gösterge biçimleri üzerine çalışırken Sigurdur Gudmundsson, Yvonne Rainer ve Alberto Oderiz ‘in çalışmalarında meseleyi ele alış ve aktarış biçimleri güçlü bir beslenme kaynağıma dönüştü.

Sadık Arı

Bu dünyada onlarca iyi sanatçı var iken bu soruya cevap vermek zorlaşıyor, aklıma ilk gelen isimler James Ensor, Alfred Kubin, Max Klinger, Otto Dix olsa da tek bir isim söyleyeceksem bu Odilon Redon olur. Çünkü sadece onun resimlerinde hem bu denli sade, bu kadar güçlü, ve çeşitli hislerle genişleyen bir dünya var. Redon karanlığı ufak şeylerin saklanabileceği güvenli bir alana, ışığı ise tüm ihtişamıyla akan mutluluğa çeviriyor. Onun resimlerini hüzünlü bulmuyorum, yalnızca merhamet duygusu geçiyor izleyene. Seçtiğim resmin adı -Aşağıda, insan formunun buharlaşmış hatlarını gördüm- gerçekten, Redon şiire yaklaştıkça form ve hatlar siliniyor. Her resim, bir an olsada, küçük hareketlerden yakalıyorum, bedenler yada ruhlar orda bir oyun oynuyorlar.

Odilon Redon, Below, I saw the vaporous contours of a human form,1896.
 

Müzisyenler başta olmak üzere, tüm sanatçıları takip edip anlamaya çalışıyorum. Bu kolay bir iş değil, iyi bir dinleyici, izleyici, okuyucu olmak zaman istiyor, bu konuda çok verimli olduğumu söyleyemem daha doğrusu ne kadar zaman ayırsam da yetmiyor sanki. Daha önce işlerime isim verirken etkilendiğim müzisyenlerden faydalanmıştım (Coil, Sade, Nirvana…) Hatta bir müzisyenin heykelini yapmıştım son kişisel sergimde (Carlo Gesualdo). Katıldığım son sergide ise şair Lale Müldür’ün portresi vardı. Redon’a dönecek olursak, yaratım sürecine tanık olamasam da, onun bir hisse odaklandığını düşünüyorum. Sanki onu takip ediyor ve sonu bir manzaraya, figüre çıkıyor ve orada durup resmediyor. Hatta daha ileri giderek; ona bir şey resim yaptırıyormuş etkisi uyandırıyor bende bazen. İşlerimi üretirken ben de böyle bir yol izliyorum. Teknik, kompozisyon gibi konularda bir yakınlığımız olmasa da ikimizi de benzer bir itici güç harekete geçiriyor ya da böyle düşünmek hoşuma gidiyor onu bu kadar sevdiğimden.

Şafak Şule Kemancı

Sanat pratiğimin en başlarında gördüğüm anda bana çok ilham ve cesaret veren üç sanatçıdan bahsetmek istiyorum. Tee Corinne’in 1980-2000 yılları arasında çektiği fotoğraflarındaki lezbiyen arzu ve cinsellik beni çok heyecanlandırmıştı ve kendi hikâyelerimizi anlatmamızın ne kadar gerekli olduğunun farkına varmamı sağlamıştı.

Claude Cahun’un 1920-1940’larda çektiği otoportrelerini gördüğüm zamanlarda ben de kendimi ifade etme yöntemi olarak drag performansı sıkça kullanıyordum. Onun toplumsal cinsiyet normlarıyla hem dingin hem de derinden oynama şekli bana ilham olmuştu. Robert Gober’ın 1989’da ürettiği “Asılan Adam/Uyuyan Adam” duvar kağıdını gördüğümde duvar kağıdı yapmaya yeni başlamıştım ve bu işten çok etkilenmiştim.

Yağız Gülseven

Ernst Haeckel.

İlham aldığım sanatçılar dönemsel olarak değişiklik gösteriyor. Bu aralar işlerine çokça baktığım, zaman zaman da etüt ettiğim bir isim söyleyebilirim size; Ernst Haeckel. Kendisi bir zoolog, doğa tarihçisi ve biyolog. Yüzlerce hayvan ve bitki türü keşfetmiş ve isimlendirmiş. Son derece detaycı bilimsel illüstrasyonların bulunduğu “Kunstformen der Natur” (Art Forms in Nature) kitabının, Art Nouveau hareketi için de büyük bir ilham kaynağı olduğu düşünülüyor. Neredeyse yüz yıl öncesine ait bu ansiklopedi illüstrasyonları, evrimsel biyolojiye büyük ölçüde popülerlik kazandırmış. Teorinin ortaya atıldığı dönem de neredeyse evrimsel biyolojinin görsel kimliği haline gelmiş bile denilebilir.

Ernst Haeckel’in işlerine, taksonomik bir gözden bakmamaya çalışıyorum. Kuir bir bakış açısıyla okumaya çalıştığımda organik-inorganik, floral-faunal dokular arasındaki geçişgenliğin ve akışkanlığın hüküm sürdüğü bir kaos görüyorum çoğunlukla. Tam da bu bağlamda üretimlerimi bilgilendirdiğini söyleyebilirim.

Yasemin Kalaycı

Üretimlerime ve sanatsal pratiğime etkide bulunan sanatçıların listesi çalıştığım konulara göre değişkenlik gösteriyor. Ben, fotoğraf, video, enstalasyon ve dijital sanat gibi pratiklerden faydalanarak üretimlerimi sürdürüyorum. Fotoğraf çekmek benim için hissetmek meselesi, yani an ve anda yaşanan şeyleri kendi deneyimlerimden yola çıkarak kaydediyorum. Belleğimin, hislerimin duygusal yansıması belki de teşhiri diyebilirim. Video ve diğer pratiklere ise bakış açım biraz daha farklı. Video sanatı olarak adlandırdığımız medyumu kullanırken kurgusal işlerimi bu dille anlatmayı tercih ediyorum. Üstüne daha fazla konuşabileceğimiz genel standartlara göre saniyede 24 kare kaydedebildiğimiz görüntüler ortaya çıkıyor. Bu da benim açımdan göstermek istediğim şeylerin daha detaylı bir sunumu. Bu metinde benim ve sanat kariyerim için etkili olan sanatçıların hepsi fotoğraf medyumunu kullanıyor. İşlerime kendimi ve hayatımı da dahil etmek istediğim noktada Nan Goldin, arkadaşlık ve aşk ilişkilerindeki toplumsal cinsiyet temelinde atfedilen kültürel kodlara, aile içi şiddete, madde bağımlılığına, aşka, kayıplara odaklandığı kişisel belgesel fotoğraf tarzıyla beni etkiliyor.

Irk meselelerine odaklanan Spencer Tunick’in meydanları, stadyumları, otoparkları dolduracak sayıda fazlaca insan ile çalıştığı, şehir merkezlerinde çekimlerini gerçekleştirdiği beden enstalasyonlarının oluşturduğu soyut fotoğraflarına baktığımda tekil bedenden ziyade bir doku görmemi sağlıyor. Son olarak yine bedeni dolaylı yoldan kullanıp ırk ve cinsiyet meselelerine odaklanarak yüklü anlatıları enfes bir şekilde sunan Turiya Magadlela’nın çalışmalarını paylaşmak istiyorum. Külotlu çorap gibi yaygın bulunan nesneleri dikip, katmanlaştırıp birleştirdiği işleriyle siyahların ve kadınların sömürgeleştirilmesi üzerine üretimler yapıyor ve benim de bazı işlerimde konu edindiğim meselelere dokunuyor.

Nan Goldin, kız kardeşinin intiharının ardından çok etkileniyor ve uzunca bir süre yas tutuyor. Birkaç yılın ardından ailesiyle yaşadığı evden ayrılarak Massachusetts’e gidiyor. Burada kendini bir komün içinde buluyor ve süreçle birlikte fotoğraf makinesi ediniyor. Goldin makinesini gittiği her yere götürerek bulunduğu ortamları, arkadaşlarını, sevgililerini ve seçilmiş ailesini olduğu gibi fotoğraflamayı tercih ediyor. Fotoğraflarını sevdiği insanları, ortamları unutmamak için ve belki de kaybettiklerini anmanın bir yolu da bu olduğu için çekiyor. Goldin’in The Ballad of Sexual Dependency, The Golden Years, The Beautiful Smile gibi fotoğraf serilerini incelediğimde kendi güncemden, çevremden, kaçtıklarımdan, korktuklarımdan, mutluluklarımdan, sevdiklerimden ya da sevmediklerimden oluşan bir parça görüyorum. 2019 yılında çekmeye başladığım ve halen devam ettiğim “Yakınlık/ Intimacy” fotoğraf serisinde aşk, nefret, bağ, öfke, intikam, sevgi gibi konuları işliyor ve tek bir bedende iki kişi olma halini kendi deneyimlerimden yola çıkarak inceliyorum.

Spencer Tunick ve Turiya Magadlela’nın insan bedenini gözler önüne serme biçimi, yaklaşımı eserlerine her bakışımda farklı ama aynı doğrultuda tek bir konuya odaklanarak görmemi sağlıyor. Bedenin olduğu ortamdan soyutlayıp “beden” kavramını ve dolayısıyla ırk meselelerini kendi ifade yöntemleriyle sunmaları beni farklı bir bakış açısıyla düşünmeye itiriyor.

Yirmi iki yaşında intihar ederek hayatına son veren Francesca Woodman’ın, bedenini öz portre gibi kullanmasından dolayı işlerini okurken kendime “Ben kimim?” sorusunu sormamı sağlıyor. Fotoğraflarında çoğunlukla kendi bedenini kullansa da başka kadınlar ile çalıştığı görüntüler de var. Eserlerini incelediğimde değişmeyen tek şeyin kadın bedeni olduğunu görebiliyor ve bu görüntüleri bir metinle birleştirerek sanatındaki anlamı daha da kuvvetli bir hale getirdiğini düşünüyorum.


Daha fazla Argonotlar içeriği için

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

Eleştiri

Almanya'daki ırkçı cinayetleri konu alan "Üç Kapı" sergisini Alâra Kuset değerlendirdi.

Kütüphane

Özkan Işık’ın İMÇ YÜZONBİR'de devam eden “Kısır Gecesi” sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.