İstanbul’un üç büyük ve güzide spor kulübü, futbol stadyumlarının içinde aynı zamanda birer müze barındırıyor. Spor müzesi fikri haliyle yeni değil; ne var ki 100 yılı aşkın ömürleriyle Türkiye’de konvansiyonel sporun üç sacayağını oluşturan bu köklü kulüpler, müze projelerini görece çok geç hayata geçirdiler. Örneğin Beşiktaş’ın eski İnönü Stadyumu içinde 2001 yılında ziyarete açtığı kulüp müzesi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 28 Haziran 2007 tarihli onay ve tesciliyle ülkedeki ilk özel spor müzesi olma özelliğini taşıyordu; 2001 yılında Beşiktaş Jimnastik Kulübü 98 yaşındaydı! (Kıyaslayalım: Finlandiya Spor Müzesi, Helsinki Olimpiyat Stadı bünyesinde 1930 yılında kurulmuştu.) Dahası yığının belli ölçülerde düzene sokulması üzerine şekillendirilmiş bu “müze”yi gören pek azdır. Stadın yıkılıp Vodafone Park adıyla yeniden bina edilmesinin ardından Şubat 2017’de çağdaş müzecilik perspektifiyle yenilenen müze ziyarete –sahiden– açıldı. Bu yenileme ve takdim, rakipleri de biraz olsun aceleye sevk etmiş olmalı.
Nitekim Fenerbahçe, kendi adını taşıyan burundaki sosyal tesislerin içinde uzun yıllar kazanılan kupa, şilt ve onurlukları vitrinlerde sergiliyordu. 2005 yılında belli bir tertiple müze hüviyeti kazandırılmaya çalışılan bu arşiv ancak 2018 yılının Mart ayında stadyum içindeki müzede gerçekten teşhir edilir hale geldi. Galatasaray da aynı yıl, Fenerbahçe’den ancak bir ay önce, Şubat ayında stadyumu içinde bir müzeye kavuşmuştu. Galatasaray’ın dönem başkanı Mustafa Cengiz açılışta, “müzeler; medeniyet ve kültürün sergisidir. Bu sergilenen kültür ve medeniyet, geçmişi anlamak, bugünü kavramak, geleceği tahmin etmek üzerine kuruludur;” diyordu. Kısmen umut vadeden bu izahat, tanıdık bir hayal kırıklığıyla sonlanmıştı: “Biz bu müzemizde Galatasaray’ın 113 yıllık geçmişini kısa şekilde anlatmaya çalıştık. Kısa diyorum çünkü burada bulunan kupa sayısı yaklaşık 800. Halen 3500 kupamız Beyoğlu’ndaki müzemizde beklemekte.”
Bir spor müzesi sanırım herhangi bir kolej takımının başarılarını sergilediği vitrin düzeninden daha fazlasını temsil etmelidir. Milyonlarca taraftara sahip bu büyük camiaların da işbu müze bilincinin içinde hareket etmesi gerekir. Üç büyüklerin ziyan ettikleri kültürel etki ve ekonomik potansiyeli en baştan dile getirmeliyim: Şöyle ki, Barcelona Futbol Kulübü’nün 1984 yılında açılan müzesi 3500 metrekarelik bir alan içinde yılda 1,2 milyon ziyaretçi ağırlıyor; Picasso müzesinden sonra şehirdeki ikinci önemli uğrak burası. Elbette bu kıyaslama haksızlık olarak görülebilir; yine de bu üç kulübün hayallerine, gündelik dildeki iddialarının aksine, kendi elleriyle ne denli ket vurduklarının ispatı bir taraftan. O halde müzelerin mevcut durumunu bu bağlam içinde, öncelikle sergileme pratikleri açısından değerlendirelim; ayrıca bunların çevre düzenlemelerini irdeleyelim ve nihayet sanat tarihi nesneleri içinde spor temalı koleksiyonların nasıl oluşturulabileceği üzerine birlikte düşünelim.
İlk olarak, bir spor müzesinden neyi anlamalıyız? Koleksiyonunun niteliğine göre bir spor müzesi muhtemelen tematik olarak sınıflandırılabilir. Burada ilk karar verilmesi gereken müzenin bir spor dalına mı odaklanacağı yoksa camianın bütününü mü temsil edeceğidir. Üç kulübün müzesi de bu konuda futbol merkezli bir yaklaşımı tercih etmişler; diğer branşlara ayrılan kısımlar çeşni niyetine oraya konulmuş. Sporla ilgili tarihsel ve güncel eserlerin, araç-gereçlerin, somut ve somut olmayan spor mirasının tarih boyunca geçirdiği dönüşümün sergilendiği yerleri spor müzeleri olarak görmek istersek eğer, branşlara eşit miktarda yer ayıran ve kısmen de olsa etnografik araştırma imkânlarına olanak sağlayan potansiyeller olarak buraları yeniden tanımlamamız gerekir. Oysa durum hiç de öyle değil.
Burada temel olarak tarihyazımında da bir eksiklik olduğunu tespit etmemiz gerekiyor; kulüplerimiz kendi tarihlerinin kapsamlı, çok yönlü, tüm branşları kapsayacak şekilde yazmadılar; bu yazım faaliyetinin sürgit bir iş olduğunun dahi farkında değiller: Belli bir branşın tarihi, belli bir branş içindeki bir sporcunun tarihi, bir yöneticinin kişisel tarihi, bir çalışanın, spor emekçisinin tarihi, kulübün kentle ilişkisinin tarihi, yine kulübün toplumsal-tarihsel süreçlerle ilişkisinin, taraftarlarının yani onun toplumsallığın tarihi… Tüm bu süreçler üç beş gazete kupürünün yan yana dizilmesinden müteşekkil kartonet ve/veya pleksi levha düzenlemelerinden ya da birkaç bireysel kitap girişiminden daha fazlasını gerektiriyor. Dahası bu iş, arşiv ve dokümantasyon çalışılmalarıyla beraber profesyonel bir kadro pratiğini de zaruri kılıyor. Gençlerbirliği, Tanıl Bora gibi bir taraftara sahip olduğu için şanslıydı; Ankara Rüzgârı: Gençlerbirliği Tarihi (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2019) onun kaleminden çıkmıştı ama İstanbul’un üç büyük kulübü için bu iş şansa bırakılmayacak kadar önemli ve teferruatlı. Dahası kayıp yılların, eksikliklerin, başarısızlıkların tarihi de insana ve camialara çok şey öğretir. Bu konuya hiç eğilinmemesi düşündürücü. Ülkede hamaset her yerde.
Değindiğimiz üzere bu noktada müzelerin iddialarının aksine çok yoğun bir şekilde erkek futbol şubesi odaklı kurulduklarını bir kez daha vurgulamamız gerekiyor. Bu kuşkusuz arz-talep ilişkisinden kaynaklanıyor ve temel mobilizasyon kaynağı erkek futbolu olduğu için durum sahiden normal karşılanabilir. Ama burada yine bir vizyon problemi var; futbol sahiden bir kaldıraç olarak kullanılabilir ama müze tam da diğer şubelerin yaygınlaştırılması için bir araç da olabilir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de orta-sınıfların şişmesine ve tüketim alışkanlıklarının değişmesine, çeşitlenmesine paralel şekilde futbol izleyicisi azalıyor. Seyirciyi korumak ve büyütmek bir amaç olmalı kuşkusuz ama aynı zamanda değişime ayak uydurmak ve kendini yeni sürece uyumlamak da öyle. Sözgelimi Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün, ki tüzüğünde “başta jimnastik ve futbol olmak üzere” tüm spor dallarında faaliyet yürütme hedefi yer alıyor; bireysel salon sporlarını şu devirde gerçek anlamda ekonomik bir girdiye çevirememesi hayli ilginç. Dahası 1936 Berlin Olimpiyatları’na ilk defa iki kadın sporcusunu (Halet Çambel ve Fuat Fetgeri Aşeni) yollayan, bu sporcuların Nazi karşıtı tutumuyla tarihte ünlenen BJK’in bu ve benzeri alanlarda anlatacak güçlü hikâyeleri var. Gezi döneminde ve aslında hemen öncesinde Beşiktaş taraftar gruplarının semt direnişini anımsayalım. Bu hikâyeleri kitlelere aktarmakta duyulan utangaçlıkta ne sezinlemeliyiz? Aynı utangaçlık rakipler için de başka başka dallarda da keza geçerli. Ya da örneğin Ali İsmail Korkmaz’ı sahiplenmek sadece taraftarların işi olmamalı, Fenerbahçe Müzesi ona ve onun şahsında demokratik talepleri sahiplenen tüm taraftarlarını onurlandırabilmeli.
İki kata yayılan Beşiktaş’ın müzesi görece ferah, diğer ikisi ondan basık. Bu sıkıştırılmış ve basık mekânlar içinde düzenlenen sergiler yazının başında belirttiğimiz gibi daha ziyade bir kolej takımının başarılarını sergilediği vitrini andırıyorlar; bunu en çok Galatasaray’da hissediyoruz. Beşiktaş’ın müzesinde daha seçici davranılmış ve kupalar arasında anlamlı bir ritim ilişkisi kurulmuş, bu düzen izleyiciyi yormuyor. Galatasaray niceliğe vurgu yaparak büyüklüğünü göstermek istiyor gibi, ama bu tüm çabaları ve ödülleri –birkaç özel kupa dışında– eşitlemiş oluyor. Oysa hepsinin kendi hikâyesi var. Fenerbahçe ise kupa sergileme konusunda bu iki yaklaşımın arasına yerleşmiş; ayrıca Fenerbahçe’nin vitrin arkası mankenlerinde herhangi bir Anadolu şehrinde karşımıza çıkabilecek yerel bir etnografya müzesinin insanı alaycı bir şekilde güldüren çağdışılığı var. Tüm bunlar bir yana üç kulüp müzesinin de gelip geçici, hadi süreli diyelim, bir araştırma sergisinin dilini takip ediyor olmaları bu kalıcı sergilerle doğrusu hiç bağdaşmıyor.
Beşiktaş’ın müzesinde Süleyman Seba’nın çalışma ofisi canlandırılmış ve masanın başına kendisinin kötü bir balmumu heykeli yerleştirilmiş. Bu balmumu meselesi Fenerbahçe’de bir takıntıya dönüşüyor: Önce Mustafa Kemal Atatürk’ün Madame Tussauds’dan getirilmiş bir balmumu bizi karşılıyor ve sonra adım başı cam kafesler içinde çeşitli konuları canlandıran balmumlarıyla yüzleşiyoruz. Balmumu heykellerin 21. yüzyıl sergileme pratiğinde yeri oldukça tartışmalı, bazen çeşitli ve bilinçli kitch sanat çalışmalarda, Yapı Kredi Kültür Sanat’ta 2019 yılında gerçekleşen Halil Altındere’nin Abrakadabra sergisinde olduğu gibi, karşımıza çıkıyor; ama bu ve benzeri istisnalar dışında bir şeyin imgesini pano üzerinde görselleştirme fikrinden daha kötü bir fikir varsa sanırım o da onun “aynısını” oraya yerleştirmeye çalışmak. Sanatçı üslubundan arındırılmış repkilaların bu müzelerde Avrupa’daki spor kulüplerinin müzeleriyle kıyasladığımızda bize özgü bir kolaycılık olarak kendini gösteriyor. Ayrıca Fenerbahçe müzesinde vitrin mankenlerine eski formalar giydirilmiş; Galatasaray bu mankenlerin suratlarına üçgen prizması olan kartonetler yerleştirmiş, vitrin mankeninin suratının olması gereken yerde bir sporcunun fotoğrafı bulunuyor.
Müzelerin konumu ve çevresiyle ilişkisi
Üç müze de stadın içinde yer alıyor; bunlardan Beşiktaş en şanslısı; zira halihazırda turistik bir destinasyonda bulunuyor ve eski İnönü Stadı’nın tarihi duvarı yeni stat inşa edilirken korunduğu için Dolmabahçe meydanı ile doğal bir ilişki içinde. Fenerbahçe Stadyumu kent ile kısmen organik bir ilişki kurabiliyor; ama müzeye maç günleri dışında ulaşmak özel bir çaba gerektiriyor ve stadın çevresi konut stoku ile kuşatılmış olduğundan doğal gezi güzergahı içinde yer almıyor. Bu konuda en şanssız olan Galatasaray. Türk Telekom Stadyumu maç harici erişimi, eğer Seyrantepe hattında oturmuyorsanız, hiçbir şekilde gerektirmeyecek bir noktada Kâğıthane-Sarıyer arasında Huzur Mahallesi’nde yer alıyor. Ayrıca Galatasaray’ın stadı tüm gösterişli kütlesine ve oldukça etkileyici atmosferine karşın cephe tercihi ve hacmin biçimlenişi ile mimarî esnekliği hiç mi hiç barındırmayan, eski Ali Sami Yen ile hafıza ilişkisini kuramayan, düzeni kaba (ki bu kabalık bildiğimiz anlamda brütal bir estetik de taşımıyor) kötü bir mimarlık uygulaması. Bu durumda Fenerbahçe ve Galatasaray için kendi müzelerini illa stadyum içinde mi barındırmaları gerekli sorusu sorulabilir ve sorulmalı.
Peki Beşiktaş, konum imtiyazını iyi bir şekilde kullanabiliyor mu? Hayır. Beşiktaş’taki stadın önünde bir “heykel” yer alıyor. Öncelikle bunun Beşiktaş çarşısı (Köyiçi) içindeki heykellerle hiçbir üslup ilişkisi yok; belki olması da gerekmez. Ama karşımızda bildiğimiz bir maket var. 2020 yılında Beşiktaş Başkanı Ahmet Nur Çebi’ye bu heykel sorulduğunda şu yanıtı veriyor: “O heykel Beşiktaş’ı temsil ediyor. Herkes de onunla fotoğraf çektiriyor. Onu yapan benim babam. Seksen beş yaşında elleriyle yaptı ve oraya koydu. Daha iyisini yapıp getirirsen yanına koyarız.” Çağdaş müzecilik anlayışında ve peyzajın idaresinde böylesi bir yaklaşımın kabul edilebilir olmadığını ne yazık ki dile getirmeyim. Yine de benzer bir imajın üretimi olarak Atlanta’da Mercedes-Benz Stadyumu önünde yer alan Macar sanatçı Gábor Miklós Szőke’ın eseri olan Şahin heykeli ile bu şeyi kıyaslamayı tavsiye ediyorum.
Bu noktada eski Dolmabahçe Gazhanesi’ni ayrıca gündeme getirmek gerek. Uzun zamandır Beşiktaş camiası içinde bir heykel tartışması sürüyor. Fenerbahçeli taraftarların Alex’in (Alexsandro de Souza) heykelini yaptırması gibi Beşiktaş’ta da emektar futbolcu Atiba Hutchinson’ın heykeli için istekler dile getiriliyor. Doğrusu Beşiktaşlı siyah bir oyuncunun heykelinin yapılmasını politik olarak da önemsiyorum. Ama kulübün tüm tarihini anlatan bir rölyef çalışmasını bununla ilişkili olarak daha çok önemsiyorum. Stadın özgün ilk planlarında heykeller yer alıyordu. Ülkenin spor ve kültür tarihini kucaklayan etkinleri bu heykellerle birlikte anan, toplumsal belleği canlı tutan bir çalışma için bu Gazhane spiral bir rölyef yüzeyi olarak projelendirilebilir. Unutmamak gerekir ki, Dolmabahçe sadece Beşiktaş’ın futbol müsabakalarına değil; 1959 Avrupa Basketbol Şampiyonası’na, Dünya Güreş Şampiyonası’na, Avrupa Profesyonel Boks Şampiyonluğu Unvan Maçları’na, Uluslararası Binicilik Yarışmaları’na ev sahipliği yapmıştı; Yeçilçam’ın vazgeçilmez fonlarından biriydi. Barışa Semah Dönenler Alevi etkinliği 2007 yılında yine burada gerçekleşti; 1990’lardan 2000’lerin ortasına kadar Bryan Adams’ın İstanbul’da verilen ilk stadyum konserinden Elton John’a, Metallica’dan Sting’e, Madonna’ya, Grup Yorum’a, Tarkan’a, Iron Maiden’a ve daha bir dizi önemli ismin İstanbul konserlerine 1939 yılında Paolo Vietti-Violi, Fazıl Aysu ve Şinasi Şahingiray tarafından tasarlanan bu stadyum ev sahipliği yaptı. Futbolu merkezine alarak Beşiktaş’la ilişkisi içinde tüm bunların da belleğini tutan bir çalışma Dolmabahçe Gazhanesi’ne doğrusu çok yakışır inancındayım.
Olanaklar ve öneriler
Görülüyor ki mevcut durum durum pek iç açıcı değil; oysa bu üç büyük kulüp sermaye ilişkileri ve toplumsal etkileri ile tek başlarına başka başka görevler de üstlenebilir ya da Türkiye’de spor temalı ortak özel bir sanat müzesi hayata geçirilebilir. Geçen yıllarda Sotheby’s bünyesinde Türk güreşçileri temsil eden Vladimir Lebedev’in Güreşçiler resmi açık artırmada satılmıştı. Benzer temada Marie-François Firmin-Girard’ın da benzer temada bir resmi yine satılmıştı. Buna benzer çeşitli branşlarda son derece çok resim ve heykel bulunuyor. Rodolfo Morales’in Futbolcular resmi aklıma gelen başka bir örnek. Burada önemli olan nokta şu: Barselona Futbol Kulübü müzesinin içinde Dalí, Miró ve Tàpies’e ait eserlerin bulunduğu bir pavyon da yer alıyor. Hadi kulüplerimizden çok şey umuyoruz diyelim en azından sergileme pratikleri açısından sanatçılarla çalışmayı da öğrenmek çok zor olmasa gerek. Tüm bunlar müzeleri gerçekten gezilebilir yerler haline getirebilir.
Son olarak üç büyük kulüp, büyüklüklerine yakışır şekilde küçük kulüpler için araştırma sergileri organize edebilir; kataloglar çıkarabilir, vs. 1900’lerin başında kurulan ve bir kısmı kapatılmış bir kısmı küçülmüş ama hayatına devam eden bir dizi spor kulübü bulunuyor. Örneğin 1913 yılında kurulan Anadolu Hisarı İdman Yurdu ya da 1896’da İraklis Jimnastik Kulübü adıyla kurulan ve bugün Kurtuluş Spor Kulübü adıyla varlığını devam ettirmeye çalışan kulüpler de en az üç büyükler kadar önemli.
Meselenin bütünüyle sermaye yönetim süreçlerinde kültürel etkinin nasıl hesaplandığıyla ilgisi var. Üç İstanbul kulübünün dernek statüleri onları aynı zamanda sivil toplumun bir parçası haline getiriyor ve ister istemez güçlü bir şekilde toplumsallaştırıyor. Bu avantajı korurken toplumsal değişimlere eşlik edebilir ve onu yönlendirebilirler. Kulüp değerlerini dikkatli bir şekilde koruyup geliştirirken taban ile kurdukları ilişkiyi yeniden tanımlayabilirler. Endüstriyel futbol içinde bu yaklaşımlarıyla kim bilir belki üç büyük istisna olarak kendilerini sahiden büyütebilirler. Müzecilik faaliyetleri bunun dışında değil ve bu faaliyetler kültür-sanat ile düşünüldüğünden daha fazla ilintili.