Londra merkezli Forensic Architecture’ı Türkiye’de çoğumuz Tahir Elçi cinayetine dair hazırladıkları raporla tanıdık. Elçi’nin ölümünü bir simülasyonla yeniden kurgulayan Forensic Architecture’ın hazırladığı rapor sayesinde, cinayetin polis silahından çıkan kurşunla işlendiği ihtimali güçlendi ve bu bulgu davanın seyrini değiştirdi.
Forensic Architecture nedir?
Tahir Elçi cinayeti, Forensic Architecture’ın devlet ve hukuk eliyle üstü örtülen cinayetleri aydınlattığı ilk çalışma değil. Yaptıkları işin çerçevesini “uluslararası davacılar, insan hakları kuruluşları, siyasi ve çevresel adalet grupları adına gelişmiş mimari ve medya araştırmaları” üzerine kuran ekip mimarlık, fizik, yeni nesil gazetecilik ve dijital sanat tekniklerini kullanarak dünyanın farklı yerlerinde işlenmiş pek çok cinayetin aydınlanmasına ve faillerin açığa çıkmasına yardımcı oldu.
Forensic Architecture/Forensis, Depo’da devam gerçekleşen “Üç Kapı” başlıklı sergide 19 Şubat Hanau İnisiyatifi ve Oury Jalloh Anısına İnisiyatif ortaklığında bu kez Almanya’daki ırkçı saldırıları odağına alıyor. Serginin merkezinde dokuz göçmenin öldürüldüğü 19 Şubat 2020 Hanau Katliamı ve 7 Ocak 2005’te Dessau’daki bir polis karakolunda, Sierra Leone’den gelen bir sığınmacı dahil olmak üzere toplam üç kişinin açıklanamayan ölümleri yer alıyor. Serginin amacı ırkçılığın devlet ve kurumları tarafından nasıl hasıraltı/teşvik edildiğini, topluma nasıl tesir ettiğini göstermek.
“Üç Kapı”dan girme cüretini göstermek
“Üç Kapı” sergisi, adını işlenen ırkçı saldırılar esnasında açılan ve açılmayan üç farklı kapıdan alıyor. Sergide “Acil Çıkış Kapısı” olarak adlandırılan bu kapılardan ilki, Hanau saldırısı esnasında açılmayan bir bar kapısını temsil ediyor. Forensic Architecture’ın ortaya çıkardığı üzere, acil çıkış işlevi görmesi gereken bu kapı güvenlik gerekçesiyle kilitli tutuluyor ve mağdurların çoğu bunu bildiği için kapıdan kaçmaya teşebbüs bile etmeyerek hayatını kaybediyor. Sergideki ikinci kapı, katliamın failinin evinin kapısını temsil ediyor. Polisin saldırının ardından beş saat boyunca kıramadığı bu kapı, bizlere katliama dair soruşturmanın nasıl olacağının ipuçlarını veriyor. Sergideki üçüncü ve son kapı ise Sierra Leoneli göçmen Oury Jalloh’un Dessau’da 2005 yılında yanarak öldüğü hücreyi temsil ediyor. Forensic Architecture’ın yaptığı araştırma sonucunda, Oury Jalloh’un devletin iddiasının aksine kendisini yakmasının mümkün olmadığı ve dolayısıyla polis tarafından yakıldığı ortaya çıkıyor. Serginin ismi olan “üç kapı” metaforik olarak da Almanya’da işlenen iki farklı ırkçı cinayetin üç ayağını; yani devleti, kamuyu ve bireyleri temsil ediyor. Bir başka deyişle, bu üç veçheli metafor yapısal ırkçılığın hem kurumlar hem toplum hem de bireyler tarafından nasıl elbirliğiyle örüldüğüne işaret ediyor.
“Üç Kapı”nın sert ve tetikleyici bir sergi olduğunu akılda tutmakta fayda var. Türkiye gibi faili meçhullerin, 19 Aralık Katliamı’nın; Hrant Dink, Festus Okey, Onur Yaser Can, Dina Ibouanga cinayetlerinin işlendiği, her gün başka bir şiddet haberiyle uyandığımız bir ülkenin vatandaşı olunca, serginin hafızanın karanlık dehlizlerini uyandırmaması pek de mümkün değil. Serginin ilk katı Hanau Katliamı’na ayrılmış ve bu kat, sergide katledilen insanların ailelerinin talepleriyle açılıyor. Taleplerin saf bir intikam arzusundan ziyade, toplumsal adaletsizlikleri işaret etmesi ve yapısal ırkçılığı yok etme amacı taşıması dikkat çekiyor. İlk katta katliamla ilgili çeşitli detayların yanı sıra katliamda öldürülen insanların ailelerinin ve yakınlarının nasıl örgütlendiklerine de yer veriliyor. Serginin ikinci katında saldırı anı ve polisin fail konusunda umursamaz denilebilecek tavrı ele alınırken üçüncü katta ise Oury Jalloh cinayeti merkeze alınıyor. Bu katta aynı zamanda Oury Jalloh ile aynı karakolda açıklanamayan bir şekilde ölen Hans-Jürgen Rose vakası da kendine yer buluyor.
Serginin her katına dağılmış toplam üç iş var: Duvarı kaplayan ve Hanau Katliamı’nın nasıl işlendiğini an be an aktaran iki infografik ve Oury Jalloh’un polis tarafından yakıldığı hücrenin simülasyonu.
Forensic Architecture ekibi, Oury Jalloh’un yakıldığını “kanıtlayabilmek” için bir hücre inşa ederek bu hücreyi ateşe veriyor. Jalloh’un yandığı hücreyle, kendi inşa ettikleri hücredeki duman izlerini karşılaştırarak aradaki farkı tespit edip yargının iddia ettiği üzere Oury Jalloh’un kendisini yakmasının imkânsız olduğunu kanıtlıyorlar. Böylece Oury Jalloh’un katilinin polis olduğu ve Alman devletinin bu suçu örtbas etmeye çalıştığı ortaya çıkıyor.
Forensic Architecture’ın devletin sağlamadığı adaleti sağlama çabasının yanı sıra, sergide dikkate alınması gereken bir diğer öğe de bu adalet mücadelesini kuran mağdurların aileleri ve yakınları. Bu ailelerin birbirlerini bulma hikâyeleri, adalet talepleri ve örgütlenmesi, belki de serginin bel kemiğini oluşturuyor. Her ne kadar bu umutsuz ve karanlık bir sergi olsa da ailelerin mücadelesi bize ne olursa olsun direnmenin önemini gösteriyor.
Peki, ayağımıza takılan taşlar neler?
Forensic Architecture’ın, 19 Şubat Hanau İnisiyatifi’nin, Oury Jalloh Anısına İnisiyatif’in ve Depo çalışanlarının emekleri elbette çok önemli. Yanı sıra, serginin işaret ettiği üzere ırkçılık tüm toplum, kamuoyu, hukuk ve devlet işbirliğiyle örgütlenen yapısal bir problem ve gerek Almanya’da gerek Türkiye’de sık sık karşımıza çıkıyor. Ancak, sergide eksik kalan birkaç şey var.
Öncelikle, Türkiye gibi neredeyse her gün polis şiddeti haberlerini duyduğumuz bir ülkede, serginin buradaki benzer iklimle sadece sergi kapsamındaki etkinlikler vesilesiyle değil, daha açık bir şekilde ilişkilenmesini umardım. Bu iki ülkedeki ırkçılık tarihinin köklü olması, Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin yaşadığı ayrımcılık ile Türkiye’de azınlıklara yönelik ayrımcılıklar gibi ortaklıklar üzerinden ilerlemek izleyicinin sergiyle daha güçlü bir bağ kurmasını sağlayabilirdi. Böylelikle, Almanya’da katledilen insanlar için yürütülen mücadeleyle, Türkiye’de yürütülen mücadeleler arasında bir bağ kurularak ırkçılık karşıtı mücadeleyi güçlendirmeye yönelik bir adım atılabilirdi. Tıpkı Tahir Elçi cinayeti simülasyonunda yapıldığı gibi bu toprakların adalet arayışı mücadeleleri de bu sergide kendine yer bulabilseydi, bu ortaklık çok kolay bir şekilde kurulabilir ve ırkçılık karşıtı mücadelenin enternasyonal ayağı güçlendirilebilirdi. Maalesef sergi bu fırsatı kaçırmış gibi duruyor.
Gezerken aklıma düşen bir diğer mesele ise Almanya’daki polis şiddetinin güncelliği ve hâlihazırda devam eden polis şiddetinin benzeri bir şekilde sergilenip sergilenemeyeceği sorusu oldu. Söz gelimi, Almanya’da düzenlenen Filistin protestolarında karşılaştığımız polis şiddetiyle ilgili bir sergi yapılsa, acaba kamusal alanda kendine ne kadar yer bulabilirdi? Böyle bir sergi yapılsa dahi, bu sergi çeşitli kurumlardan aldığı desteği alabilir miydi? Acaba bundan yıllar sonra Filistin protestolarındaki polis şiddetini de rahatça konuşur hâle gelecek miyiz? Tüm bu sorular yalnızca geçmişin değil, aynı zamanda güncel politik ve toplumsal meseleleri ne derece açık ve eleştirel bir şekilde konuşabileceğimize ve bu meselelerin sanatsal ifade alanlarında kendine ne kadar yer bulabileceğine dair de bir kaygı taşıyor.
Bitirirken
Eleştirileri bir kenara koyarak, serginin tartışmaya açtığı meselelerin çok kıymetli olduğunu bir kez daha belirtelim. Irkçılığın tüm dünyada gittikçe arttığı bugünlerde, bu meseleye dair bir söz üretmek, tartışma açmak; bunları yaparken sanatın, mimarinin, adli tıbbın, gazeteciliğin araçlarını kullanmak her tür mücadele için çok güçlendirici.
Yazıya katkıları için Ayrin Uzuncan’a teşekkür ederim.