Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Kütüphane

Adada olmanın dayanılmaz hafifliği ve de ağırlığı

Manuel Çıtak’ın ilk kişisel sergisi “islomania” 2 Temmuz’a kadar Depo’da görülebilecek. Serginin küratörleri Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler’in sergi metni Argonotlar Kütüphanesi’nde.

Manuel Çıtak, Kıyıda IV, 2019.

Bir itirafla başlayalım: islomania sözcüğünü, muhtemelen pek çoğunuz gibi, biz de ilk defa bu sergi hakkında konuşmaya başladığımız zaman duyduk. İlk defa duymuş olsak da nedense bize hiç yabancı bir kavram gibi gelmedi. Bu kavramı ilk olarak, yirminci yüzyılda yaşamış İngiliz roman, oyun ve seyahat kitapları yazarı, şair Lawrence Durrell kullanmış. Durrell’in Rodos üzerine yazdığı Reflections on a Marine Venus (1953) kitabında, Rodos adasındayken arkadaş olduğunu belirttiği -ancak aslında Durrell tarafından yaratılmış hayalî bir karakter olan- Gideon tarafından ortaya atılmış olduğunu söyleyerek kullandığı islomania’dan muzdarip olan insanlar, etrafı denizle çevrili küçük bir dünya üzerinde oldukları bilgisiyle bile tanımlaması güç bir sarhoşluğa adım atarlar. Durrell bu kitabında islomania’yı tam olarak şöyle tanımlar: “Bir keresinde Gideon’un defterlerinin arasında tıp bilimi tarafından sınıflandırılmamış hastalıklara dair bir liste buldum. Burada islomania diye nadir ama bilinmez olmayan bir ruh hastalığından bahsediyordu. Bu insanlar, Gideon’un deyimiyle, adaları bir şekilde çok çekici buluyordu. Gideon’a göre, biz islomanlar doğrudan Atlantislilerin soyundan gelmekteyiz ve bilinçaltımız kayıp Atlantis’e doğru çekilmekte. Bu da demek ki adaları karşı konulmaz buluyoruz.”

Manuel Çıtak, Kıyıda II, 2019.

Türkçede resmi sözlükte yer almayan, İngilizce’de de saygın sözlüklerin bazılarına henüz girmemiş bir sözcük olan islomania, Durrell’in ilk kullanımından onlarca yıl sonra bugün artık kent hayatından bunalan, ekolojik yıkıma karşı durmak için şehirden kaçarak doğaya daha yakın yaşamaya başlayan insanların ruh halini de tanımlayan bir hale dönüşüp daha farklı anlamlar da kazanmış durumda. Bu insanların kaçtıkları yer coğrafi olarak illa ki bir ‘ada’ olmasa da bu kaçışta ağırlıklı olarak doğaya yakın yaşamaya duyulan bir çekim rol oynuyor. Kent hayatının sadece koşturması değil ama doğayı taklit etmeye çalışan alanların azlığı ve kalabalıkların yönelmesi sonucu buraların da artık sükûnet barındırmaması, insanların farklı arayışlara girmesine sebep oluyor. Kaçılan ‘ada’ çoğunlukla o sükûneti vadederken şehirde alışılan bazı olanaklardan yoksun kalmak, insanı bir nevi ikilemde bırakıyor. Huzuru arayan insan aynı zamanda yalnızlık duygusuyla baş etmek zorunda kalabiliyor. Doğası gereği içinde böyle ikilemler barındıran islomania’ya kapılanlar adadayken oradan ayrılmak istemese de adada değilken de oraya dönmekte tereddüt edebiliyor. Dolayısıyla ada manyaklığı, ada saplantısı veya ada sarhoşluğu olarak da tanımlayabileceğimiz islomania, herkesin yakalanabileceği bir hastalık değil ama yakalananların yakasını da ömürleri boyunca bırakmayan cinsten bir hastalık.

Ada yaşamına duyulan merakla şekillenen dünyalar

Aslında ada kavramının insan aklına girmesi, binlerce yıl önce Avustralya’ya ilk insanın ayak basması ve Okyanusya’daki adaları da insanlaştıran göç ile başlıyor. Okyanusun ortasında, her şeyden uzak bir kara parçasına ulaşmak, özellikle de zamanın navigasyon yetersizliklerini de düşününce çok zordu ve adalar insanların -nispeten- hayatlarını kendi başlarına sürdürdüğü yerlerdi. Durrell’e ada yaşamı fikrini veren Akdeniz adaları için de -Eski Yunan’da astronominin ve deniz navigasyonunun daha gelişmiş olması dışında- uzun bir dönem benzer bir durum söz konusuydu.

Manuel Çıtak’ın ‘islomania’ sergisinden görünüm.

Özellikle Keşifler Çağı’yla birlikte, adalardaki nispeten izole yaşama duyulan merak, edebiyattan resme pek çok alanda eser verilmesine yol açtı. Henüz islomania olarak adlandırılmamış olsa da Herman Melville’in bir Polinezya adasında geçirdiği dört ayı ve genel olarak ada hayatını anlattığı gezi ve anı kitabı Typee: Polinezya Hayatına Bir Bakış (1846); yine Pasifik’teki bir adada uzun yıllar boyunca yaşamak zorunda kalan bir kazazedeyi anlatan Robinson Crusoe (Daniel Dafoe, 1719); gelecekteki atom savaşı sırasında, güvenilir bir yere götürülmek üzere bindikleri uçak bir saldırıya uğradığı için bir mercan adasına düşen çocukların bu adada geçirdiği dönüşümü anlatan Sineklerin Tanrısı (William Golding, 1954); yetişkin dostlarıyla çıktığı deniz seferinden sağ salim dönülmesinde önemli rol oynayan bir gencin rüştünü ispat etme hikâyesi olan Define Adası (Robert Louis Stevenson, 1883); farklı bir bağlamda olsa da hayalî bir adada geçmesiyle bu listeye girebilecek Ütopya (Thomas Moore, 1517) ve Joseph Conrad’ın içinde deniz hayatı bolca geçen romanları edebiyattan ilk akla gelen örnekler. 

Manuel Çıtak’ın ‘islomania’ sergisinden görünüm.

Görsel sanatlardan örnekler de saymakla bitmez ama adaların çekimine kapılarak dünyanın öbür ucuna, Tahiti’ye yerleşen Fransız ressam ve heykeltraş Paul Gaugain’in burada ürettiği, pek bilinmeyen ada yaşamını resmeden işleri; Japon fotoğrafçı Shomei Tomatsu’nun 60’ların sonu 70’lerin başında henüz Amerikan idaresinde olan Okinawa Takımadaları’nda çektiği, soyut yaklaşımlar da içeren renkli fotoğrafları ve hayatının ilk 22 yılını geçirdiği Sicilya’daki ada yaşamı kültürünü belgeleyen Ferdinando Scianna ile başlayalım. Yakın dönemde İngiltere’den iki ayrı fotoğrafçının İskoçya yakınlarındaki Hebrid Adaları’na bağlı iki farklı adadaki yaşama dair işleri de dikkat çekici: Tamsin Calidas, adadaki hayatı kendi deneyimleri üzerinden aktarırken (ayrıca bu döneme ait bir deneme kitabı da yayımlamış), Danny North profesyonel olarak portre fotoğrafçılığı yapmasının da etkisiyle daha çok adadaki insanlar ve onların deneyimlerine odaklanmış. Türkiye’den iki fotoğrafçının, Aykan Özener ve Murat Yaykın’ın, Gökçeada üzerine, daha çok adanın kadim kimliğini oluşturan ve giderek azalan Rum nüfus üzerine iki ayrı işini de burada anmadan geçmeyelim. Bir de bu araştırmalar sırasında karşımıza çıkan Japon sinemacı Kaneto Shindō’nun ada yaşamının güçlüklerini gözler önüne seren şairane Hadaka no shima (Çıplak Ada, 1960) filmini de internette açık olarak bulabileceğinizi belirterek bu faslı kapatalım. 

Manuel Çıtak, Karanlık Orman, 2019.

Bir çekim merkezi ve sıkışma noktası olarak adayı fotoğraflamak

Manuel Çıtak belgesel fotoğraf tarzında işler üreten ve ağırlıklı olarak siyah beyaz  fotoğraflarıyla bilinen bir isim. İnsanlık halleri, kimi zaman içinde nükte barındıran durumlar, kent yaşamı ve anı yakalamaya yönelik işlerinin yanı sıra portre fotoğraflarından çeşitli basın kuruluşları için bağımsız olarak fotoröportajlar ve editoryal işlere uzanan geniş bir yelpazede üretim yapan bir fotoğrafçı. Son yirmi yılda “Rıhtımlar Arasında” (Las Palmas, Rotterdam, 2002), “Kez Gı Sirem İstanbul” (Üç Horan Ermeni Kilisesi, 2011), “Sanatçı ve Zamanı” (İstanbul Modern, 2015), “Paylaşılan Kutsal Mekânlar” (Depo, 2019) gibi çeşitli grup sergilerinde, “Kardelenler” (2003) ve “Üç Şehir Bir Kahve” (2015) gibi projelerde yer alan, fotoğrafları Gaye Boralıoğlu’nun Meçhul (2004) isimli romanına ilham kaynağı olan ve Orhan Pamuk’un Kar (2002) kitabının kapak fotoğraflarını çeken Çıtak, her ne kadar yoğun bir üretim pratiğine sahip olsa da özellikle yeni nesil/yetişmekte olan fotoğrafçılar ve sanatseverler için halen bir o kadar gizemli bir isim. Bugüne dek kişisel bir sergi açmamış olması ve fotoğraf dünyasını yakından olsa da hep bir mesafeden takip ediyor olması da bu gizemli havanın oluşmasında bir miktar rol oynuyor olsa gerek. 

Manuel Çıtak, Koi Balığı, 2019.

“islomania” ile de bağlantılı olarak, Çıtak’ın en bilinen ve en fazla dolaşıma giren işlerinin başında insan ve deniz ilişkisini konu alan fotoğrafları gelir. 90’lı yıllarda farklı coğrafyalarda, özellikle de Akdeniz çevresinde çektiği ilk dönem insan-deniz ilişkisi fotoğraflarının büyük bir bölümünde sükûnet, rehavet, zamanın durma hissi ve kendiyle baş başa kalma hali hakimdir. İnsanların denizle olan en eğlenceli anlarını yansıtan fotoğraflarında bile dingin bir anlatı ve denizin sakinleştirici etkisini hissettiren bir görsellik vardır. 2000’li yılların başına tarihlenen Karadeniz kıyısındaki Kilyos fotoğraflarında ise mahşerî kalabalıklar baskın bir rol oynar. Son yıllardaki gibi özel plajlar tarafından işgal edilmeden evvel alt/orta sınıf İstanbullular ağırlıklı olmak üzere aslında her kesim için şehre yakın bir kaçış ve denizle haşır neşir olma noktası olan Kilyos’taki bu fotoğraflarda deniz artık bir sahnedir ve Çıtak odağını insanların hem kendi aralarındaki hem de denizle olan performanslarına yöneltir. Denizin arka plana geçip insanların daha da öne çıkması ve kalabalıklar içinde varlığını sezdirmemeyi başaran Çıtak’ın mahareti, izleyicide kendini adeta o kalabalıkların içinde gezinirken bulma hissi yaratır. Bunun yanında hınca hınç dolu bir halk plajında olma durumu, ilk dönem fotoğraflarındaki denizin o sakinleştirici etkisindense sanki tekrar şehrin içine düşmüş olma hali, içinde tezatlar barındıran ve farklı sosyolojik okumalara yol açabilecek zengin bir görselliği olan fotoğraflarla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatır.

Manuel Çıtak, Otlar, 2019.

İnsan-deniz (doğa) ilişkisi ve kendiyle başbaşa kalma durumunu farklı bir boyuta taşıyan ilk kişisel sergisi “islomania”da ise Çıtak, hem biçimsel hem de yaklaşım olarak yeni bir dil kuruyor. Daha önceki işlerinde pek görmediğimiz ama doğanın içinde olmayı daha iyi vurgulaması için de kullanılan renk öğesi ve geniş panoramalar, fotoğraflara yeni bir boyut/katman ekliyor. Çıtak, yine insanları saran ve kimilerini yanıp tutuşturan bir duygu halinin peşine düşse de bu kez kendisini de dönüştüren bir arayış içerisinde. Her şeyden izole yaşamlar, sade ama etkileyici coğrafyalar, doğanın tam içinde olma ve kendini bu sükûnete bırakma hali, ister insansız geniş manzaralar ister doğayla bütünleşen insanlar olsun, bu serideki tüm fotoğraflara sirayet etmiş durumda. “Görüntüler bir anlamda arınmayı, kaçışı, kendini kapatmayı, izole olmayı, bütünden ayrılmayı ortaya koyarken, ben de orada olayın bir parçası olarak aynı ruh halinde, gördüklerinizin ve gördüklerimin öznesi gibiyim.” sözleriyle Çıtak artık sadece bir gözlemci değil ama kendisinin de paylaştığı bir duygu durumunu yansıttığının altını çizer gibi. Belki bu fotoğrafları bu kadar sahici kılan şeylerden biri de fotoğraflardaki yaşanmışlık ve samimiyet hissi. Özellikle pandemi sürecinde çoğu insanın kendi içine, kendi adasına kapanıp güvenilir, korunaklı ve sade bir yaşam peşine düşmesi, insanın bu fotoğraflara baktığı zaman kaçınılmaz olarak kendi içinde de benzer duyguların varlığını keşfetmesine, fotoğraflardaki yerlerde olma isteği duymasına ve görüntülerin içine daha çok düşmesine yol açıyor. 

Manuel Çıtak, Kıyıda III, 2019.

“islomania”daki fotoğraflar, Çıtak’ın önceki serilerinden, spontane olmamaları ve belli bir kurgu unsuru barındırmaları nedeniyle de ayrışıyor. Bu fotoğraflarda her şeyin sıfırdan kurgulanmasından değil ama Çıtak’ın çeşitli kavramları ve duyguları zihninde canlandırdıktan sonra uygun mekânlarda bunları yansıtacak görüntülerin peşinde koşmasından bahsedebiliriz. Örneğin Gökçeada’da, sunağa benzer bir taşın hikâyesini, taşın üzerine uzanarak kendisine anlatan bir adalıdan dinledikten sonra, neredeyse mitolojik bu hikâyeyi kızı Tamar’la yeniden görselleştiriyor. Veya adadan dışarı bakışı gösteren fotoğraflarda, ufuktaki başka bir adanın üzerindeki bulutların denize yansımasını gösterecek denli sakinlikteki pastoral bir manzarayı ya da fırtınaya yakın bir rüzgârla kabaran ürkütücü denizi, adada olmanın canlandırdığı karşıt hislere tercüman olmak için dağarcığından bulup çıkarıyor. 

Manuel Çıtak, Ada, 2019.

“islomania”daki fotoğrafları doğanın el değmemişliği ve azametini gösteren, adanın ‘dışarı kapanmışlık’ hissini kuvvetlendiren genel manzaralar; büyük boşluklarda adeta ölçeği belirleme görevi üstlenmiş insanlar ve/veya başka canlıların doğayı izlediği/deneyimlediği, ‘zamanın durduğu’ fotoğraflar; fotoğrafının çekildiğinin farkında olan veya olmayan insanların doğayla tek vücut olmalarına dair emareler içeren daha yakın plan ‘arınma’ fotoğrafları şeklinde gruplandırmak mümkün. Mekândaki iki çapraz odaya konuşlanan, ufukta dağların göründüğü, bir ormanla çevrelenen ve dünyanın en kadim bitkilerinden olan eğrelti otlarının arasında yer alan açık bir duşta yıkanan ve o ortamda adeta bir tanrıçayı andıran çıplak bir kadının olduğu ‘Terra’ ile bütün sakinliğine karşın adeta mitolojik bir öyküden çıkagelmiş gibi görünen ve doğal bir asırlık çınar ormanının alacakaranlıktaki halini gösteren ‘Karanlık Orman’, serginin iki ana eksenini simgeliyor: Bir yanda adanın bir çekim kaynağı olmasını yansıtan, insanın doğa içine huzurla karışabilmesinin göstergesi olan aydınlık fotoğraflar, diğer taraftaysa adanın kasvetli yanını simgeleyen ve içinde bulunulduğunda adeta kaçacak bir yerin olmadığını hatırlatan karanlık fotoğraflar. Neticede “islomania”, hem isteyerek adada bulunmayı ve oradan ayrılamamayı anlatıyor hem de bütün çekiciliğine karşın bazen sizi içine alan ama bırakmayan, isteseniz de kaçamayacağınız bir sıkışma halini gösteriyor. Ve bunu her halûkarda, bakmaktan kendinizi alamadığınız bir görsellikle gözler önüne seriyor.

İlginizi Çekebilir

Gündem

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür alanındaki beş yıllık politika, strateji ve çalışmalarını, açılan müzeler ve düzenlenen etkinlikler aracılığıyla Emre Erbirer kapsamlı olarak ele aldı.

Duyurular

Galeri Siyah Beyaz, 40. yıldönümüne özel düzenlediği “Siyah Daha da Beyaz” isimli pop-up sergiyle 35 sanatçıyı bir araya getiriyor.

Gündem

Şair ve yazar Mayra Santos-Febres'in Afro-Boricua sanatı üzerine Protodispatch yazı dizisi kapsamında hazırladığı yazının Türkçesi Argonotlar'da.

Eleştiri

Sena Başöz'ün bir yıl arayla açılan "Kaçınılmaz Koreografi" ve "İyileşme Olasılıkları" sergilerini değerlendirdik.