“1954’te Yapı Kredi Bankası’nın açtığı resim yarışmasında birinciliği kazanan Aliye Berger’in yapıtı Güneşin Doğuşu sanatta özgünlük arayışı noktasında önemli bir kilometre taşı olarak düşünülebilir. Aliye Berger, iş ve istihsal konulu bu sergiye üretici kaynak olarak güneşin büyük yer kapladığı resmiyle katılır ve birincilik ödülünü alır. Eda Sezgin bu eseri şöyle değerlendirir: “Bu yapıt, dönemin alışılageldik yaklaşımlarının çok uzağında, münferit, hayatı kucaklayan ve pek de uslu olarak nitelendirilemeyecek bir jest olarak hem gelenek anlayışında hem de çizgisel bellekte bir sapmanın ifadesiydi.”[1]
Ödülün -özellikle Bedri Rahmi’yi kızdırmışa benzer– yarattığı tartışmaları bugün okuduğumuzda görüyoruz ki, gerçekten de Güneşin Doğuşu resmi o gün için önemli bir “sapma” olmuş. Türkiye’de, sanatın her alanında “hayatı kucaklama”nın sürekli bir olumluluk ölçüsü olarak kullanılmasını bir yana bırakırsak, Aliye Berger’in -önemli olan da bu- “pek de uslu olarak nitelendirilmeyecek” bir jest olan resmi hedefine ulaşmış görünüyor.
Aliye Berger’in aklından geçenleri bilmiyoruz, ama Güneşin Doğuşu o gün için “iş ve istihsal”i soyutlamaktan ötesini yapmış. Konuyu uslu olmadan bir kenara bırakarak ressamca bir jest’e kalkışmış -sadece form ve renkle uğraşmaya… Kendi başına müphem bir fikir olan bugünü -ya da dünü ya da yarını- resmetmekte tek ölçüt bu değil kuşkusuz. Ama büyük olasılıkla Aliye Berger’in günü için ihtiyaç duyulan o imiş, kopan fırtınaya bakılırsa. Hele verilen konu hakkında resim yapmanın erken Cumhuriyet sanatında sık rastlanan bir durum olduğu da düşünülürse.
Yetmiş sene sonra gene aynı kurumda açılan “Bugünü Resmetmek” sergisinde Aliye Berger’inkine benzer bir jest olan bir resim var: Gülhinal Yıldız’ın Henüz Kurulmamıştı Zaman adlı işi. İki ressamın da doğa, zaman referanslı isimler seçmesi bir gerekçelendirme ihtiyacı olabilir; kaynakları arasında geniş bir alan olan Romantizm’i de sayan Yıldız’ın uğraştığı şey de asıl olarak form ve boya. Onun resminden de soyutlamanın sınırında duran bir manzara duyumu almak mümkün, tıpkı Aliye Berger’inkinden de alınabileceği gibi. Ama asıl olarak ortak yanları, esas meselelerinin “konuları” olmaması.
Yıldız’ın resmi Aliye Berger’in coşkunluğu ile taban tabana zıt; bir melankoli halinin, dışarıya doğru patlamak yerine içe kapanmanın hatta içe doğru patlamanın resmedilişi. Günümüz için bir içe dönüklüğü ya da çoğumuzun hissettiği distopik bir hali resmettiği, onun için pekala da bugünü resmettiği de söylenebilir, ille de gerekiyorsa.
Nedir bugünü resmetmek? Yoksa kastedilen bu günü resmetmek mi? Küratörlerin de farkında olduğu ve dile getirdiği bir çatal dillilik var serginin başlığında (özellikle İngilizce ifade edilişi “Painting Today” de düşünüldüğünde). Fikir, çizer-çevirmen-aktivist Nazım Hikmet Richard Dikbaş’ın çektiği yakın tarihli fotoğrafta, her Cumartesi günü olduğu gibi o Cumartesi de tam “Bugünü Resmetmek” sergi afişinin çaprazında toplanan Cumartesi Anneleri ile yanyana gelince ironik de olabiliyor. Fotoğraf demek istiyor ki, işte bu günün/bugünün resmi, hem içinde bulunduğumuz bu malum Cumartesi gününün hem de içinde bulunduğumuz günlerin.
“Bugünü Resmetmek” sergisinin önerdiği hangi bugün? Küratörlerin dediği gibi “izleyicinin ne görmek istediğine dair empati kurmak”, aynı zamanda da bunu “resmin piyasa ya da popülizm odaklı olmadığı, eleştirel bir zemine oturduğu noktaları vurgulayarak” yapmak -ki bu ikisi çelişkili görülebilir- düşünüldüğünde nasıl bir girişim “bu gizemli kapıdan içeri adım atma” daveti?
Sergi, Türkiye sanatıyla ilgili çoğu sergi gibi modernleşme “serüvenimiz” vb. ile bağ kurma meselesini önemsemeden edemiyor. (En azından katalog yazılarında.) Ama sergilenen sanatçıların en kıdemlisinden günümüze doğru bir çizgi çekecek olursak “70’lerden beri aralıksız resim yapan” Figen Aydıntaşbaş’tan bugüne gelen bir hattan da bahsedebiliriz. Ya da acaba bahsedebilir miyiz? Aydıntaşbaş’ın işlerinin 2021 tarihli olduğu göz önünde bulundurulursa o gün’den bu gün’e eklemlenmeyi gerçekleştirmiş bir (tek?) sanatçıdan bahsediyoruz da asıl kast ettiğimiz bugün aslında kabaca 2000’lerin bugünü mü?
Bugünü resmetmek, Timur Çelik’in işlerindeki hep tetikte bir güncelliğin ifadesi olan pentür mü ya da İhsan Oturmak’ın çizgi roman/minyatür espasının verdiği özgürlüğü geniş geniş kullanan ironik-eleştirel anlatısı mı? Antonio Cosentino’nun şehrin çöplerinden oluşturduğu anlatılar mı, yoksa Hakan Gürsoytrak’ın katalogdaki tanımla “tanıdık imgelerle izleyicinin ilişki kurabilaceği ve içine katılabileceği” işleri mi? İkinci tarif mesela Antonio Cosentino’ya uymuyor mu? Onun imgeleri daha mı az tanıdık?
Soyuttan bahsediyorsak Erdoğan Zümrütoğlu’nun bütün bir duvarı kapsama eğilimindeki dışavurumcu (bir zamanlar dendiği gibi coşumcu) soyut tavrı mı yoksa Fulya Çetin’in figürü ve konuyu ânında bozup soyuta tahvil edebilen küçük ölçekli işleri mi? Yoksa Kirkor Sahakoğlu’nun el ma’na fi el batnı şair (mana şairin karnındadır) düsturuna yakın, Platon kaynaklı ön düşünme tavrı mı? Can Aytekin’in levhalara ve şehir mobilyalarına yakından bakıp onları renk alanı anlayışına yakın soyutlaması mı?
Figür ağır basıyorsa hangi figür: düşününce, sergide belli başlı hareket ima eden ve etmeyen iki figür anlayışı saptamak mümkün. Hareketi en baskın biçimde kullanma eğilimi Toygun Özdemir’in bu sergi için seçilmiş Ucuz Kahraman işinde. Buradaki bir çeşit Ikarus’un Düşüşü teması; resmin merkezindeki girdap hareketi, Toygun Özdemir’in yapıtındaki çizgi romanımsı tutum ve çoğu işindeki sahneyi parçalayıp dağıtma isteğiyle birlikte düşünülebilir. Bu onda yerel, (kendine referanslı, bazen Oğuz Atay’ımsı) bir mizahla da birleşir, hatta arabesk’in bir yorumuna. Ikarus’un düşüşü bir gençlik cüretinin iflası gibi düşünülebilirse, Ucuz Kahraman’ın gençlik pervasızlığı da bir çeşit “votka, rakı ve şarap” girdabı içinden bize ulaşır gibi.
Nalan Yırtmaç’ın figürleri görünürde hiç kıpırdamasalar bile rengin ve sahnelemenin kendine özgü enerjisiyle kıpır kıpırdırlar. Onun işleri geleneksel konulara sadece mizahi değil “yamuk bakması” yüzünden de durmadan kıpırdanırlar. Deniz Pasha’nın resminde hareket neredeyse ritmik, Ahu Akgün’deki hareket ise son sergisinde bulduğu, bir çevre gestus’u olarak okunabilecek kesik kesik duruşların ilginç tutukluğundan vazgeçmiş, fazla akıcılaşmış görünüyor.
Leyla Gediz’in kutulardan çıkıp kendi nesneliklerini ilan etmiş kartonları ve starofor kalıpları ise çizdikleri zikzaklarla durmadan kıpırdıyor, daha geleneksel bir hareket anlayışıyla da (bale) karşıtlık kuruyorlar. Hatta bale onda “sınıfsal” bir hatıra. Bu baleyi andıran hareket ve onun karşıtı, Figen Aydıntaşbaş’ın kentsel yıkım döküm fonunda ritüel hareketler deneyen, minyatür ve Uzak Doğu resminden alınıp bu garip manzaraya oturtulmuş figürlerde de mevcut.
Durağan, hareket ima etmeyen hareketler arasında Tayfun Gülnar’ın renklendirdiği klasik heykel ve heykelimsi figürlerinin aynı hat üzerinde sergilenişleri var ki tam da durağan değiller bunlar, kendi içlerinde rengin sağladığı hareketi barındıran bir dizi oluşturuyorlar. Aynı şey, durağan gibi görünen gizli hareket Ecem Yüksel’in “postersi” manzarası için de söylenebilir.
İlk resimleri rengin ve konularının cüretindeki hareketle dolup taşan Gökhun Baltacı’nın sergideki işi erken Rönesansvari kompozisyonunda bir ‘aniden pause düğmesine basılmış’ etkisi yaratıyor. Bu bağlamda erkek figürünün çoraplı ayaklarının yarıda kalmış hareketini takdir etmemek zor. Bu resimdeki “intim” iki kişilik sahneden, ilgi alanını “intimism” “‘içerlekçilik” mi demeli?) olarak tanımlayan Onur Kılıç’ın boş, boş olmayı da aşmış sahneleşmiş, hatta hortlaklaşmış iç mekânlarına basbayağı bir geçiş var.
Daha kavramsal bir hareket anlayışı ise Derya Ülker’in resmin yapılan ve seyredilen/sergilenen bir şey olmasından hareketle üretme, sergileme, seyretme hattında ilerlemek. Küçük boyutlu tuvaller bize art arda dizilmiş çizgi roman kareleri gibi hareket ederek süreç anlatıyorlar.
Sergiyle aynı günlerde açılan Nuri İyem sergisinde[2] İyem’in kendi günü (ve kendisi) için şu fikirleri öne sürdüğünü görmek ilgi çekici: “Bugünün ressamı denince birçok kavga girer araya. (…) Bir dönem soyut resim yaptım, bende bir gereksinmeydi, bu dili öğrenmek istiyordum.. Açık söyleyeyim müzik gibi de düşündüm, acaba müzik gibi yalnızca biçim ve renklerle bir resim kurulamaz mı? (…) Sadece biçim ve renklerle konuşmaya kalktığınızda bu sınırlı bir şey oluyor. (…) O zaman anladım ki konu yalnız seyirci için değil ressam için de gereklidir.”
“Bugünü Resmetmek” sergisinde İyem’in bahsettiği bütün bu deneme ve düşünmelerin izleri var elbette, daha sıralı olarak belki. Bu sergiyi gezerken ayırt edebildiğimiz ise olsa olsa bugünü bugün yapan şeyin aslen bir hareket/atalet karşıtlığı olduğu. Eğilimlerin giderek eşzamanlılaştığı, bugünün çok hareketli görünen ama karmaşık Türkiye toplumunu tarif edenin de tam bu -hareket ama aynı zamanda durma, yürürken tökezleme, belki nadiren koşma- olduğunu düşünmek çok mümkün. Resmin tüketilme ve sergilenme (hatta seyredilme) modaliteleri de ola ki bu dinamiklere bağlıdır.
Sergide sergilenen işlerde Gülnihal Yıldız’ın Henüz Kurulmamıştı Zaman’ının karşı ucuna Taner Ceylan’ın Kulüp işini oturtmak da bu açıdan anlamlı olabilir. Taner Ceylan son siyah-beyazlarında Türkiye’deki yeni bir “hareketliliğin” semptomlarını tespit ediyor ve bunu ilginç bir “saçmaya irca” tavrıyla resmediyor. Yeni-Osmanlıcılıkla delimsirek bir oryantalizmi bağdaştırmasıyla, çılgın bir teşhir ve seyir “lezzeti”nin hiç duymadığımız baklavacı dükkânlarının “since 1855” iddiasıyla sahneye çıkışlarını çağrıştırmasıyla Kulüp tam bir bugün orjisi. Bir zamanlar televizyondaki necefli maşrapa imgesine gelip duran ve oradan da ileri gitmeyen, hatta kitsch’in sınırlarına hapsedilen bu (bastırılmış?) şehvet, bugünü ve iştahlarını resmetmekte esaslı bir çıkış noktası…. olabilir… başka bir sergi için.
“Bugünü Resmetmek” ise Ceylan’ın işini çapkınca “mahrem” bir odaya yerleştirme buluşundan öteye gitmiyor; kendisi de genelinde sevdiğimiz kimi ressamlardan makul bir seçki görünümü sergiliyor.
[1] Rana Kelleci ile Furkan Öztekin, “Dünya Resmedilemez Hale Geldi: Resim Tarihinde Gezinti”, Bugünü Resmetmek sergi kitabı, 2024, YKY
[2] “Solo Botter: Nuri İyem”, Botter Apartmanı, sergi alanında yazı, Beyoğlu, İBB Kültür