Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

İstanbul Mon Amour: Bir kentin hikâyesini yeniden kurgulamak

27. İstanbul Tiyatro Festivali’ne geçen yılın kapanış oyunu “İstanbul Mon Amour”dan kanca attık; projenin detaylarını Yavuz Pekman, Cem Yılmazer ve Işıl Kasapoğlu’ndan dinledik.

Işıl Kasapoğlu Galatasaray Lisesi'ndeki Güzelson oyununu izliyor. Tüm fotoğraflar: Salih Üstündağ

Yazar notu:
2022 yılı İstanbul Tiyatro Festivali’nin kapanış oyunu olan “İstanbul Mon Amour”a dair bu röportajı festivalin hemen ardından yapmıştık. Süreyya Operası’ndan Kadıköy İskelesi’ne, Eminönü vapurundan İMÇ’ye, oradan Beyoğlu’na, Galatasaray Lisesi’ne uzanan; İstanbul’un derinlerinden ve geçmişinden bir hikâyeler bütünü olan bu çalışmayı Semaver Kumpanya ekibinden Yavuz Pekman ve Cem Yılmazer’le konuşmuş, festivalin direktörü ve aynı zamanda “İstanbul Mon Amour”un yaratıcısı olan Işıl Kasapoğlu’ndan görüş almıştık. 6 Şubat depremiyle askıya aldığımız röportajın İstanbul’un hafızasını tutan bir oyun üzerine olması, tarihte defalarca yanıp yıkılıp yeniden inşa edilen kentlerin kayıp hikâyelerini, İstanbul’un da bu kentlerden biri olduğunu bir kez daha hatırlattı bize. İnsanların, yapıların, bir “tarih”in saniyeler içinde yitip gittiği koskoca bir boşluğu doldurmanın yegane yolunun ise hafızaya sahip çıkmak olduğunu…
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Tiyatro Festivali’nin basın toplantısında “İstanbul Mon Amour” projesinin bundan sonra festivalde özel bir bölüm olarak yer alacağını öğrendik. İstanbul’un farklı mekânlarında, farklı hikâyeler, yönetmenler ve topluluklarla tasarlanacak bu özel bölüm vesilesiyle “İstanbul Mon Amour”un doğum hikâyesini kayda geçmesi için şimdi aktarıyoruz.


Dar Geçit / Süreyya Operası girişi

İstanbul’daki devinim gözümüzü almaya da ruhumuzu yormaya da devam ediyor. Ne hayata ne şehrin değişimine yetişebiliyoruz. Ama sonra duruyoruz bir kıyıda; Samatya’da, Bebek’te, Kadıköy’de “ah güzel İstanbul” derken buluyoruz kendimizi. Zor bir sevgili İstanbul; hırçın, yıkıcı, tekinsiz ama bir yanı da yumuşacık hala, bir yanı hep aynı, ne yapsalar değişmez. Yoksulunu, farklılıkları, kedileri mesela en çok bu şehir sarıp sarmalar.

İstanbul’a dair bu düşünceler gün boyu içimizde nefes gibi alçalıp yükselecek.

26. İstanbul Tiyatro Festivali’nin son günü… Süreyya Operası’nın kapısındayız ve “İstanbul Mon Amour” projesi 30 yıllık bir hayalin şehir gibi değiştiği, genişlediği, karmaşıklaştığı yerde, bugünde yaşanıyor. Sabah 11’de girdiğimiz opera binasındaki ilk gösteride denizin hem altında hem üstünde geziniyoruz, balıklarla yüzüyor, martı seslerini dinliyor, yakamozları seyrediyoruz. Ebru Cansız ve Alper Maral’ın ortaklaşa imza attıkları dans gösterisinden Kadıköy sokaklarını iskeleye doğru adımlarken çeşitli hayvan maskları takan oyuncular bizlere sessizce eşlik ediyor. İskeleye, içinde sadece müzik ve tiyatro olan bir vapur yanaşıyor. İnanmazsınız tam böyle oluyor. O vapurda bu şehrin ayrık otlarının anlatıları toplanıyor. Maskeler ve üç güzel aktörün monologlarını birbirine müzik bağlıyor. Sarp Aydınoğlu, Anuşka’nın Atölyesi, Sibel Altan ve Bilgesu Kasapoğlu bu bölümü sırtlanırken vapur bizi Eminönü İskelesi’nde bırakıyor. Sahilden ya da Tahtakale’nin tatlı keşmekeşinin içinden İMÇ’ye doğru yürürken İstanbul’un ne kadar “uyumsuz dokuları” olduğunu bir daha farkediyoruz. İMÇ’deyse bizi şehrin şimdiki zamanında duyduğumuz sesleri karşılıyor. Yeni “yabancıların” şehre taşıdığı seslerle Okan Kaya’nın müzik ve ses tasarımıyla Unkapanı’nın değişimine eşlik ediyoruz bu kez. Bir maraton gibi akan projede Kanyon, bizi şaşırtsa da şehrin yeni yüzünün bir parçası olarak puzzle tamamlanıyor. Mihran Tomasyan’ın süpervizörlüğünde Ufuk Fakıoğlu’nun tasarladığı modern dans gösterisi her yanı kapalı bir AVM’de pek çok dış etkene açık. Sabahtan beri koloni halinde yürüyen, toplu ulaşım kullanan biz seyirciler Levent’ten Taksim’e “güzel son” için geçiyoruz. Protestolarımızda, randevularımızda, Beyoğlu’nda salınacağımız zamanlarda “Galatasaray’ın önünde buluşalım” cümlesinin kapısını açıyor buradaki oyun. Galatasaray Lisesi’nin sahnesine konuk oluyoruz, o şık ve demlenmiş sahnede İstanbul’un şiirlerinin, öykülerinin sahipleriyle buluşuyoruz. Orhan Veli, Melih Cevdet, Nurullah Ataç, Sait Faik, Suat Derviş, Halim Şefik’le Lambo’nun meyhanesinde sanki biz de bir kadeh içiyoruz. İstiklal Caddesi’nin bu güzel durağında adını Tevfik Fikret’ten alan salonda yaşananların sorumlusu Volkan Sarıöz ve Hakan Tabakan. Pek çok hissi yanımıza alarak buradan ayrılıp İKSV Salon’da hem festivalin kapanışını hem bizi sabahtan geceye pek çok disiplinde performansa dahil eden Semaver Kumpanya’nın 20. yılını kutlamaya gidiyoruz. Sohbet mi etsek, dostlara mı sarılsak, tiyatro mu konuşsak, yoksa sahnede akan konser silsilesinde mi salınsak bilemiyoruz. “İstanbul’u çalıyorum” adını taşıyan partide Nejat Yavaşoğulları, Barabar, Gülinler, Ari Barokas, Gökçe Çeçe Gürçay ve bir nevi Semaver grubu Zil Zurna’dan şehri dinliyoruz.

Festival “İstanbul Mon Amour”la bitti ancak bir şey var projenin bizi çağırdığı. İzler üzerinde durmak, hatıraları parlatmak gibi… Bu vesileyle Işıl Kasapoğlu ile projeyi, İstanbul’u ve kumpanyasının 20 yılını konuştuk. Sözü ondan sonra da “İstanbul Mon Amour” lokomotifini yürüten ekipten Cem Yılmazer ve Yavuz Pekman’a verdik. Hem projenin dönüşümünü, hem Semaver Kumpanya ile yollarının kesiştiği kavşağı, hem de oradaki “ailenin” bir parçası olmayı konuştuk.

Dar Geçit / Süreyya Operası

Işıl Kasapoğlu’nun 30 yıl önce yazıp tasarladığı projeden ve oradaki İstanbul’dan bahsederek başlayalım mı?

Yavuz Pekman: Işıl Abi’nin İstanbul’dan 70’lerin sonunda ayrılıp Fransa’da yaşadığı uzun bir aralık var. 90’ların başında İstanbul’a döndüğünde karşılaştığı manzara, o değişim belli ki onu üzmüş ve rahatsız etmiş, İstanbul’a dair bir hayal kırıklığına uğramış. Ondan gelen İstanbul Mon Amour metnini ilk okuduğumda böyle bir hava sezmiştim.

Hangar gibi, depo, fabrika gibi büyük bir mekân için tasarlanmış; farklı disiplinlerin içinde olduğu, sözün, diyaloğun çok fazla olmadığı bir gösteri olarak kurgulamış. Bir yandan “İstanbul’u Dinliyorum” şiiri var, bir aktör okuyor fakat şiir okunurken bir yandan da İstanbul’un o günkü başka sesleri, başka durumları tarafından sekteye uğruyor. Romantik bir İstanbul atmosferinde o günlerin kalmadığı bir 90’lar İstanbul’unu anlatıyor. Oyunda öyle şeyler oluyor ki, sahneye birden koyun sürüsü dalıyor; bir yerinde bir taksi giriyor ve adamlar ellerinde testerelerle taksiyi kesiyor… Işıl abi işte! Kendi güzel deliliği içinde, arabeskten rocka kadar bol müziğin, dansın, şiirin, edebiyatın, aktörlüğün olduğu multidisipliner bir gösteri tasarlamış.

Dar Geçit / Süreyya Operası

Ara ara gündeme gelmiş miydi bu metin? Yoksa uzun yıllar rafa mı kalktı?

Y.P.: Semaver’in kurulduğu yıllarda, 2000’lerin başında okuduğumu hatırlıyorum hayal meyal. Sonra da İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında geçtiğimiz nisan ayında gördüm. Daktiloyla yazılmış ve sayfaları yıllar içinde sararmış kağıtlara yazdığı teksti, ekran görüntüsü olarak attı Işıl Abi.

Dar Geçit / Süreyya Operası

Oyunun mekânlarını nasıl belirlediniz? Tek ve büyük bir mekânda geçen gösteriyi, farklı mekânlara dağıtma fikri nasıl oluştu?

Y.P.: Işıl Abi’nin kafasında hep böyle büyük mekânlar olagelmiş, sadece İstanbul Mon Amour için değil, başka projeler için de düşünürdü. Semaver olarak da bir dönem başka işler yapalım, başka mekânlara açılalım demiştik. Kiliselere gitmiş, Kasımpaşa’da bir fabrikaya bakmıştık. Bu proje içinse bir hayalin gerçekleşmesi gibi bir hedef koyduk. Yarım kalmış bir hayaldi İstanbul Mon Anmour. Bütün derdimiz onu gerçekleştirmek oldu. Hatta projenin başlarında Işıl Abi içinde konserler düzenlenen bir gemi bulmuş, gemide yapın demişti. Başlangıçta bizim de kafamızda tek bir mekân vardı. Ama Cem (Yılmazer) ve Serkan (Keskin) gidip gördüklerinde geminin teknik olarak olamayacağını söyleyince vazgeçmek durumunda kaldık. Sonra da bu konsepti konuşmaya başladık.

Ben, Hayvan / Vapur

İstanbul’la özdeşleşmiş deniz-vapur gibi öğeler ya da İstanbul’un değişmiş pek çok tarafı nasıl yansıdı projeye? Işıl Kasapoğlu’nun 90’larda tarif ettiği İstanbul’la bugün sizin İstanbul’unuz arasında ne gibi ortaklık ya da farklılıklar oldu? Mesela Kanyon’daki gösteri, projenin hattında bize biraz yabancılaştırma efekti gibi geldi.

Cem Yılmazer: Gemi bizi teknik açıdan düşündürmesiyle birlikte çok da ilham vermedi doğrusu. Sonra yaptığımız uzun toplantılarda herkes kendi İstanbul’unu anlattı. İlk önce tek mekânda değil de kentin farklı yerlerinde yapabilir miyiz diye konuştuk. “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinin altı kıtadan oluşması ve beş arasının olması sebebiyle gösteriyi İstanbul’un farklı mekânlarında beş vakte yayabilir miyiz diye de düşündük. Mekânları seçerken de hayalkırıklıkları üzerinden değil de sanki olmak istediğimiz yerlere yoğunlaştık. Kanyon size yabancılaştırma efekti gibi yansımış ama biz akışa koyarken öyle düşünmemiştik.

Y.P.: Bir dramaturg olarak elimdeki verilerle bir bütün oluşturmaya çaılışırım. Elimizde öncelikle şiir vardı, İstanbul’u dinleme hikâyesi. Bugünün oyuncuları İstanbul’u dinlediklerinde ne duyuyorlar ve bunu nasıl ifade ediyorlar, onun peşine düştük. Ve aklımıza ilk önce Boğaz Köprüsü, şehir hatları vapuru, Çamlıca Tepesi geldi. Çamlıca için çok uğraştık, orada bir Yeşilçam sahnesi canlandırmayı çok istedik ama olmadı. İkinci bir veri de Işıl Abi’nin Semaver’in 20. yılında yolu Semaver’den gelmiş geçmiş insanları bir araya getirecek bir vesile olmasını istemesiydi. Ve elbette o bir araya gelecek sanatçılara yaratıcı bir alan sunmak önemliydi. İşlerin multidisipliner olması, İstanbul’un kozmopolit hali derken projenin kendisi bize farklı mekâanları dolaşma imkanı sundu. İlk başta tek bir hikâye, bir dramatik akışı olsun, beş farklı mekânda geçsin diye düşünmüştük. Ancak seyirci takipte zorlanabilirdi. Sonra farklı disiplinlerden sanatçılar varken beş mekânın farklı küratörleri olmasına karar verdik. İstanbulun beş vakti gibi tasarlamıştık ama o da çok olamadı. Asıl derdimiz şehre ait beş ayrı yaşamı tek bir gösterinin içine sığdırabilmekti. Kadıköy, Suriçi, Kanyon, Beyoğlu hepsinin, kültürü demografisi farklıydı.

Ben, Hayvan / Vapur

Kanyon’un değişen, betonlaşan İstanbul’u temsil ediyor olması diğer mekânlarınsa tarihi olması o yabancılaştırma efektini yaratmıştı bizde…

Y.P.: Kanyon gibi mekânlar bugün çoğunlukta aslında. Öte yandan İstanbul’da yaşayıp İMÇ’yi görmemiş, metro kullanmamış insanlar var. İzleyici İstanbul içinde günübirlik bir yolculuk yapsın, farklı semtlerini deneyimlerken gündelik gerçek ve sanatsal olan iç içe geçsin istedik.

Kanyon özellikle 2000’lerden sonra ivme kazanan plazalar, gökdelenler, AVM’leri simgeliyor. Oralarda da bir yaşam var, beyaz yakalılar var. Aslında ilk başta İş Kuleleri’nin arka bahçesinde, çalışanları da işin içine katarak yapabilir miyiz diye düşündük ama operasyonel olarak gerçekleşemedi. Mekân bir gösterge, hele ki gerçek mekân kendi içinde bir anlam üretmeye başlıyor sizin tasarladığınız şeyden çıkıp ve başka başka anlamlar yüklenebiliyor her seyirci için.

C.Y.: Işıl Hoca’nın yazdığı ilk tekstte bir oyuncu şiir okurken taksinin testerelerle parçalaması kontrastı gibi, Kanyon da bu izlekte o kontrastı yarattı bence.

Güzelson / Galatasaray Lisesi

Gösterinin son oyunu için seçilen mekânın Galatasaray Lisesi olması Işıl Kasapoğlu’nun oradan mezun olmasıyla ilgili miydi?

C.Y: Finali zaten Beyoğlu’nda yapmayı düşünüyorduk. Çiçek Pasajı’nı da düşünmüştük. Galatasaray Lisesi’nin tiyatro salonu Işıl Hoca’nın bağlantısıyla oldu ama mesela yıllardır tiyatroyla uğraşan biri olarak bizler de orada hiç oyun izlememiştik. Lisenin atmosferi hepimiz için etkileyiciydi Işıl Hoca içinse çok heyecanlıydı. “Burası benim tiyatroya başladığım yer oğlum” dedi, “eskiden tuvaletler şuradaydı vs.” O ana denk gelmek benim de tarihimde güzel bir anı oldu.

Y.P.: Ses Tiyatrosu’nda bitirmeyi düşünmüştük aslında, çünkü orası da sembolik bir mekân, ilk tiyatrolardan. İKSV, Galatasaray Lisesi’ni önerince önce bir ekşidik ama sonra mekânı görür görmez dördümüz de konuşmadan gözlerimizle birbirimize tamam dedik. Galatasaray’daki genel provada Başak Özdoğan üzerinde “Bu kitap Işıl Kasapoğlu tarafından Semaver Kumpanya adına ve İstanbul Mon Amour anısına Galatasaray Lisesi’ne armağan edilmiştir” yazan bir kitap çıkardı. O zamana kadar Işıl Abi’nin oradan mezun olduğu bağlantısını düşünememiştik. Bilmem o düşünmüş müydü? Muhtemelen düşünmüştür. Işıl Abi’nin salonun balkonunda oyunu seyrederken bir fotoğrafı var. Bence İstanbul Mon Amour, o fotoğraf için yapıldı. İnanılmaz duygusal, her şeyi anlatan bir fotoğraf.

Yokmuş Gibi, Kanyon AVM

O günün operasyon kısmını da biraz dinlemek isteriz. Günün başında sizlerle karşılaştığımızda Yavuz Pekman “Ben şimdi bir vapur kaldıracağım” diyerek iskeleye koşturuyordu mesela. Parçalı, dış etkenlere bağlı, sürprizlere açık bütün bu hikâyeyi yürütmek oldukça meşakkatli görünüyordu. Gün boyu neler yaşadınız, önünüze çıkan birtakım aksaklıkları nasıl çözdünüz? 

Y.P.: Birtakım mı? Ah ne aksilikler, ne aksilikler… Biz tiyatroya alışmışız, tek mekânda bir oyunu baştan sona prova ederiz, çalışırız. Şimdi bu gösteride bambaşka mevzular girdi devreye. Ama diğer taraftan Cem (Yılmazer)’i bir başka şekilde daha tanıdım mesela bu projede. Çıtayı yükseltti gibi geliyor bana. O yüzden Cem anlatsın biraz operasyon kısmını.

C.Y.: Kamusal alanlarda, festivallerde daha çok tecrübem olduğu için alışkın olmadığım bir durum değildi. Projeye en başından beri dahil olmak, bazı kararları vermek; hem yaratıcı kısmında hem teknik kısmında yer almak başka bir deneyimdi. Normalde festivallerde çalışınca sonuçta sadece bir şey var yapman gereken, onu yapınca senin için iş bitiyor, gidiyorsun. Yavuz’un dediği ‘çıta atlamak’ mevzusunu düşünüyorum bir yandan; ben sonuçta 25 sene önce İKSV’de çömez olarak çalışma hayatıma başlamıştım. O zaman Mimar Sinan’da Sahne Tasarımı’nda 2.sınıf öğrencisiydim. İlk defa bir tiyatro festivalinde, AKM’de bir oyunda çalışmaya başlayıp 25 sene sonra İKSV’nin tiyatro festivalinde kapanış oyununun reji grubunda bulunma hali benim için evet, çok tatmin edici bir nokta. Operasyon kısmında ne kadar çok insan biriktirdiğimizi gördüm. 100-150 kişi falan toplandı bu işte, birlikte çalışıldı ve çok az bir bütçeyle yapıldı her şey. Alanda sesçisinden, rodisinden, ışıkçısından, çömezlerinden, prodüksiyon amirlerinden, mekândaki teknik insanlara kadar gittiğimiz her yerde bir şekilde işler hiç zorlanmadan çözüldü. O biriktirdiğim/biriktirdiğimiz insanları alanda görmek de benim için çok zevkliydi. Zaten bu proje İKSV ile aramızda ‘’Hadi bakalım, yapabilecek miyiz?’’ gibi bir yerdeydi, bir iddia noktası gibiydi. Ben bir şekilde yapılacağını düşünüyordum doğrusu. Öte yandan çok kötü bir son prova günü geçirdik, inanılmaz sorunluydu. Her yer patladı; vapur patladı, Süreyya’da projeksiyonlar patladı, Galatasaray’da ampuller patladı, İMÇ’de adamlar soundcheck yaptırmadı ‘Müzik yüzünden telefonda konuşamıyoruz’ diyerek. Yani o gün hiçbir şeyi becerememiş olarak eve gittim. En son şey dedim, ‘’Tamam, yarın sabah uyanacağız artık, bu saatten sonra yapacak bir şey yok ve başlayacağız.’’ Ama gösteri günü gerçekten problemsiz aktık, bayağı iyiydi.

Y.P.: Kim çalıştıysa çok özveriyle çalıştı, kesinlikle. Öte yandan bu tip işlerde idari problemler çıkıyor, izin meseleleri gibi… Örneğin biz Galatasaray Lisesi’nden çıkıp Zil Zurna’yla seyirciyi bir festival havası estirerek Beyoğlu’ndan geçirip İKSV Salon’a götürmek istemiştik. İKSV “Böyle bir şeyi hayal bile etmeyin. Polis engeller” dedi. Sizler de biliyorsunuz bazı şeyler ‘imkânsız’ oluyor, hayallerinizi gerçekleştiremiyorsunuz tam olarak.

Ben, Hayvan / Vapur

Biz oyunu izlerken aramızda şunu konuştuk; “Eskiden sokakta ne çok iş yapılıyordu. Unutmuşuz böyle şeyleri. Sokağı sanat için ya da hak mücadeleleri için kullanmak artık pek çok engelle sınanıyor. Değişen İstanbul karelerinden biri de bu mu? Ve buna rağmen bu proje dişinizi kamaştırdı mı, kamusal alanda yine bir şeyler yapma hayali kurdunuz mu?

C.Y.: Bu gösterideki en güzel şey neydi biliyor musunuz? Seyircilerin birbiriyle vakit geçirmesi. Gösterinin üçüncü durağında artık izleyiciler birbirlerine selam verir oldular, birbirini tanımayan insanlar muhabbet etmeye başladılar. Kamusal alanda ne yaparım henüz bilmiyorum ama seyircinin birbiriyle yakınlaşması benim fikri hoşuma gitti.

Y.P.: Cem’in dediklerine kontrast bir durum da yaşadık; gösterinin kamusal alandaki, yani bilet almamış insanlara da açık olan tek mekânı Kanyon’du. Oraya alışverişe gelenler de oyunu seyretti. Biz zaten bunu istiyorduk. Fakat mesela bir seyirci ‘’Şekerim ben 600 lira bilet parası verdim. Niye başkaları seyrediyor?’’ ya da “Seyrederken rahat edemiyorum’’ gibi tepkiler verebiliyor önüne birisi geçtiği için. Bu da başka bir İstanbullu profili.

Projenin her istasyonunda özel ve şimdiki zamana dokunan hikâyeler, karakterler, metaforlar vardı. Tiyatro tarihini İstanbul’un eskiden beri varolan mensuplarıyla Ermenilerle, Rumlarla, Yahudilerle birlikte düşündük. Şehrin doğasını, denizle bağını, hayvanlarını düşündük. Şahitlik ettiği eski ve yeni katliamları… O gün Konya’da köpeklere yapılanları okumuştuk haberlerde. Ve bu gelgiti bir vapurun içinde, bir yandan denizin üzerinde huzurlu ve güneşli bir ortamda yaşadık. Çok garip bir sürü şey geçti içimizden. Sizin hisleriniz bizimkine yakın mıydı bilmiyoruz ama ağlayan seyirciler vardı. Bize vapur hikâyelerinin nasıl oluştuğundan bahsedebilir misiniz?

Y.P.: Bazı şeyler denk geliyor, onu hesaplayamıyorsun, birdenbire öyle oluyor ve seyirci onunla hemen özdeşleşiyor. Böyle bir problem Türkiye’de zaten hep olagelmiş ama o kadar can yakıcı bir katliamın o güne denk gelmesi enteresan oldu. Vapur en geç kalmış mekânlardan biriydi. Ona rağmen müthiş bir ekip çalışması yaptılar. Anuşka’nın Atölyesi vardı. Hande (Ömürlü Yılmazer), Tolunay (Türköz), Ayşe (Akarsu) onlar zaten Bodrum’da birtakım işler yapmışlardı. Kukla, maske gibi disiplinlerin de bunun içine girmesini istiyorduk. Işıl Abi de bunu çok arzu ediyordu. Dolayısıyla onlar zaten elimizde bir ekip olarak vardı. Sarp Aydınoğlu tiyatronun ilk kurucularından biri olarak mutlaka bir iş yapsın istedik, yönetmenliği o üstlendi. Anuşka’nın Atölyesi’yle zaten çok yakın oldukları için hemen buluştular. İstanbul’u insanların değil de hayvanların gözünden anlatabilir miyiz diye çıktılar yola. Sonra “İstanbul’un Nam Salmış Hayvanları” adlı bir kitap buldular. Oradaki hikâyelerden çok etkilendiler. Bunlardan yola çıkarak metinleri Bilgesu (Kasapoğlu) kaleme aldı. İçine müzisyenleri de kattılar. Şehir Hatları vapurlarında çalan sokak müzisyenlerini de kavrayacak bir şey olsun istedik. Şahane aktörler rol aldılar. Mekânın vapur olması sebebiyle doğru dürüst prova yapamadılar, dolayısıyla en talihsiz mekân onlarınkiydi. Sarp’a “Aksilik olsa bile öyle bir mekânda, öyle bir atmosferdesin ki, o atmosfer seni zaten taşıyacak. Martılar, deniz, boğaz… İçinde bulunduğun yer zaten müthiş bir etki yaratacak” dedim. Sonuçta sizin de söylediğiniz şey oluştu, gösterinin en akılda kalan ayaklarından biri oldu vapur.

Haliç’in Ötesi / İMÇ

İMÇ bölümü de özgün bir başka deneyimdi. Yine aslında dış etkenlere, misafir seyirciye açıktı. Ve bir müzik performansı olması sebebiyle de farklı bir yerde duruyordu. İstanbul’un herhalde en önemli ifadelerinden biri müzik.

C.Y.: Bunu düşünmeniz, böyle geçmesi ne güzel. Şu vapur kısmına dair bir şey ekleyeceğim İMÇ’yi anlatmadan. Bu ağlama meselesini aslında tahmin ediyorduk, insanların orada birazcık yumruklarla karşılaşacağını da. Sonrasında müzikle biraz rahatlatmak istedik o akışı. İMÇ, İKSV’nin festival için aldığı mekânlar arasındaydı zaten. Orada Gevende’yi tekrar bu proje sayesinde birleştirmek gibi bir fantazimiz vardı. Bu gerçekleşmedi ne yazık ki. Ama sonuçta orada Gevende’den Okan Kaya aldı liderliği. Göçmen meselesini ana fikir olarak besledik. Yetti mi, yetmedi mi bilmiyorum. Göçmen müzisyen Mahdi Alkilani şarkı söyledi. Aslında fikrin ilk hali daha fazla göçmen hikâyesine parmak basmaktı, göçmen müzisyenlerden oluşan bir koro düşünüyorduk. Olmadı. Sonuçta Okan’ın yaptığı iş yerini buldu. Fantazimiz gerçekleşmedi ama güzel bir konser oldu.

Haliç’in Ötesi / İMÇ

Unkapanı zaten şehrin müziğinin kara kutusu gibi bir yer olduğu için… Işıl Kasapoğlu’nun projeyi yazdığı yıllarda orada bambaşka bir kitle, sirkülasyon vardı. Bugün orada kimler müzik yapıyor, kimler şarkı kaydetmek için oranın kapısını aşındırıyor gibi şeyler geçti aklımızdan.

C.Y.: Prova sırasında handaki insanların “Burada konser düzenlemeyin, bir gün öncesinde de soundcheck yapmayın” demeleri bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Oysa İMÇ’deki o avlu müzisyenlerindi. Buna rağmen en gerilimli mekândı, tehdit edenler bile oldu. Kaset, albüm yapan insanların orada müzik yapılmasından rahatsız olmaları çok anlamlıydı.

Y.P.: Her mekânda başka hayatlar bizi zorladı. Kanyon’da da çok problem yaşadık. Bize önce “Saat 22:00’den itibaren sabaha kadar çalışabilirsiniz” dediler, o saatte kapandığı için. Sonra da hiçbir şey yaptırmadılar, rezidanslarda oturanlar rahatsız olur diye. Onlar da A-B grubu tabii. Her yerde kendini merkeze alan yaşamlar… Bütün bu olanlar güzel mi, çirkin mi onu bilmiyorum ama İstanbul’u başka türlü tanımış olma şansı yakaladım kendi adıma.

Yokmuş Gibi, Kanyon AVM

Galatasaray Lisesi’ndeki son oyunda Semaver’in en gençlerini sahnede gördük. Güzel Son oyunu eski bir İstanbul zamanını aktarırken Semaver’in yeni oyuncularına alan açılması bir bayrak teslimi gibiydi de…

Y.P.: Gösterinin en çok konuşulan iki istasyonu oldu vapur bölümü ile Galatasaray Lisesi. Güzel Son romantik, duygusal, nostaljik ögeler barındıran bir oyun, mekân da buna çok imkan tanıdı.” Güzel Son”u Semaver’de “Mağrur Fil Ölüleri”ni yazan Hakan Tabakan kaleme aldı.

Bir yandan “Şu insanlar mutlaka olsun” dediğimiz isimler vardı, bir yandan da proje gelişirken Semaver’e şimdiye kadar emek verenler kendiliğinden eklendi ve sonuçta Işıl Abi’nin hayal ettiği o kocaman aile bir araya geldi.

Konser sırasında mesela ne kadar çokmuşuz duygusunu yaşadım. İnsan unutuyor bazen geçmişte neler olup bittiğini. “İstanbul Mon Amour” bana o 20 seneyi tekrar yaşattı. Konserin sonunda Zil Zurna grubu çıktı mesela. Zil Zurna son tokattı.

Güzelson / Galatasaray Lisesi

İstanbul için, Türkiye için değişenler, canlı türleri için değişenlerden ve değişmeyenlerden bahsettik. Peki 20 yılda Semaver için neler değişti, neler değişmedi?

C.Y.: Lise hayatımda tiyatroyla uğraşacağımı düşünmüyordum, daha sonrasında Mimar Sinan’da okurken bile… O sıralar Işıl Hoca, Akademi İstanbul’da ders veriyordu. Bir gün tanışmak için dersine gittim, “Hocam ben ışıkçı olmak istiyorum” dedim. “Yarın ODTÜ’ye turneye gidiyoruz” deyip elime birkaç filtre tutuşturmuştu. Ertesi gün hiç tanımadığım koca bir ekiple otobüsün en arkasında oturarak turneye gittim. Sonra Semaver açılırken ekibe katıldım. Beni Semaver’de en çok etkileyen şey herhalde bir işe tutkuyla bağlı olma hali. Işıl Hoca’nın tutkusu, bütün o insanlarla bir çocuk oyunu için bile günlerce sabahlamak, fikirler bulma heyecanı, dünyada tiyatrodan başka bir şey olmuyormuşçasına o akışa kapılmak… Bende Semaver’den kalan şey o tutkuyla hissetme hali ve onun 20 yıldan beri hâlâ devam ediyor olması. İstanbul Mon Amour bizim de 20. yıl partimiz gibi oldu.

Y.P.: Semaver’de değişmeyenler arasında bir kere Çevre Tiyatrosu var. Semaver için merkezi bir konumda. 20 sene boyunca bu ortak tutkuyu koruyabilmenin yolu sabit bir mekândan geçer. Çünkü o mekân sizi buluşturur, her şey o mekânda gerçekleşir. Biliyorsunuz orası sadece tiyatro değil, bir yaşam alanı. Yemek orada yeniyor, ne konuşulacaksa orada konuşuluyor, kavga edilecekse orada ediliyor. Birlikte üretme ve birlikte yaşama iç içe geçiyor. Yaşam, arkadaşlık, sevgililik, evlilik… Çocuklarımız beraber büyüyor. Bütün bu tutkuyu kendi çocuklarımıza aktarıyoruz. Benim büyük oğlum Cem’in yanında çalıştı bu projede. Küçük oğlum, Volkan’ın oğluyla birlikte maske takıp korteje girdi. Klişe olacak ama yapacak bir şey yok, ben buna aile olmak diyeceğim. Çünkü bir yerden sonra ne kadar kızsan da, küssen de bir gönül bağı oluşuyor. Buna yeni kuşaklar eklemleniyor ve her gittiğimde oranın, kumpanyanın yaşıyor olduğunu görüyorum. Değişen ne derseniz, daha fazla seyirci var artık. Semaver’in ilk senesinde “Kuşlar Meclisi”ni iki kişiye, beş kişiye oynadığımızı biliyorum. Sahnedeki ekipten daha az insan izliyordu oyunu. Ama biz kendimize bir prensip koymuştuk; ne olursa olsun oynayacağız, o gelen seyirciyi geri çevirmeyeceğiz, tiyatroyu ancak bu şekilde ileriye taşıyabiliriz, seyirci de bir güven duygusu oluşturabiliriz diye düşünüyorduk. Şimdi salonlarımız dolu, oyuncularımız beğeniliyor. Bunu meydana getirmiş olmak da gurur veriyor. Işıl Abi’nin hayal ettiği şey, Işıl Abi olmadan da varlığını sürdürebiliyor.

Işıl Kasapoğlu anlatıyor


Işıl Kasapoğlu

90’ların başında Paris’ten döndüğümde İstanbul’un tepetaklak olduğunu görmüştüm. Bir kere ’80 darbesinin ardından yaşanan siyasi değişimin izlerini taşıyordu toplum. Sokak da değişmişti; taksiler çoğalmış, kuyruklar uzamıştı, su problemi yaşanıyor, kent doğru düzgün işlemiyordu. Belki İstanbul 70’lerde daha fakir görünüyordu ama bir denge söz konusuydu. Onca yıl geçmiş olmasına rağmen şehirden köy hayatına evrilen, kaos ve uyumsuzluk içinde bir İstanbul görmüş, “İstanbul Mon Amour”u bütün bu olumsuzluklar üzerine kurmuştum. İnsanlar asıldı, gemiler Boğaz’da yalılara vurdu, taksi savaşları çıktı, bir yanda betonlaşma, bir yanda bayramlarda balkonda koyun kesenler… Bütün bunlar oldu ve farkına varmadan yaşamayalım demek istedim.

Büyük bir mekânda geçen bir rock opera olsun istiyordum. Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiiri okunurken içeri birden koyun sürüleri giriyor, mekân aniden masmavi oluyor ve gemiler duvarlara çarpıyor… Bir taraftan şiire nazire yaparak tezatını yaşadığımız bir kenti göstermek… Her zaman yapılabilir bir projeydi ama Semaver Kumpanya çok daha farklı ve iyi bir yere taşıdı.

Semaver Kumpanya’yı kurarken ilk sözüm sürekliliğin sağlanmasıydı. Bu deneyim onların avantajı oldu. Çünkü süreklilik güveni de beraberinde getiriyor. Genç tiyatroculara hâlâ ve hep aynı şeyi söylüyorum: Mesele iki keyifli oyun yapmak değil. Bir sürdürülebilirliğin içinde geçmişten ders alıp ileri doğru gidebilmek. “İstanbul Mon Amour”da gerçekten Semaver’in 20 yılını gördük. O tiyatroya adım atmış çocukların yeni yollar çizdiğini, farklı alanlarda işler yaptığını…Yolu Semaver’den geçmiş farklı jenerasyonlar, farklı mekânlar, içerikler. Bir daha nasıl yapılır bilmiyorum ama yapılmalı.

Semaver benim için aile olmak demek. Çünkü tiyatro bir aile işi. Bütün dünyada böyle bu. Kolektif bir iş değildir tiyatro, orada bireyler vardır. Bu bireyler bazen beş yıl çalışmazlar o tiyatroyla, bazıları bir araya gelmemiştir ama her şey o ailenin içinde geçer. “İstanbul Mon Amour” da bu sayede, o ailenin bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Mehmet Ulusoy’dan Strehler’e, Vitez’e… Ben de bir aileye ait hissettim hep kendimi ve yardım gerektiğinde onlara başvurdum, belki onlarla beraber hiç çalışmadım ama aidiyet hissettim. 

Tiyatroya Galatasaray Lisesi’nde henüz öğrenciyken başladım. Orada başladı yolculuğum, anlatma isteğim. Paris’te ise başka türlü anlatabilmeyi öğrendim. Döndüğümde burada da başka türlü Shakespeare’ler, Moliere’ler yapmanın peşine düştüm. Semaver’de de “Transpotting”, “Titus Andronicus” gibi kimsenin yapmadığı işler yaptık. Festivalin son projesinin içindeki son oyunun (Güzel Son) Galatasaray Lisesi’nin tiyatro salonunda gerçekleşmesi, o oyunda Semaver’in genç kuşak oyuncularının rol alması güzel bir son ve güzel bir hediyeydi. 

Bugün başlayacak 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde neler var?

On beş farklı mekânda, 20 tiyatro, performans ve dans gösterisine ev sahipliği yapacak 27. İstanbul Tiyatro Festivali 25 Ekim’de, İstanbul’a özel ürettiği “Nefes” adlı gösteriye de imza atmış olan dans tiyatrosunun önemli isimlerinden Pina Bausch’un başyapıtı “Cafe Müller” ile perdelerini açacak. Bausch’un 20. yüzyılda dans tiyatrosunda yarattığı devrimi bugünün çağdaş dansında yakalamayı başaran Hofesh Shechter ise “Çifte Cinayet” ile festivale konuk oluyor. Mask tiyatrosunun yeniden keşfinin öncüsü kabul edilen Familie Flöz, Michael Vogel rejisiyle tüm dil engellerini aşan sözsüz oyun “Düğün”ile festivalin konukları arasında. Festivalin Yunanistan’dan bu yılki konuğu, Anestis Azas’ın tasarlayıp yönettiği “Baklava Cumhuriyeti”.

Yerli yapımlar arasında ilgi çeken oyunlardan Berfin Zenderlioğlu’nun yönettiği ve Ercan Kesal’ın yazıp oynadığı “Ayazmanın Yılanı”, Kesal’ın kendi hikâyesine paralel aktardığı bir Anadolu masalı. Festivalin sürprizlerinden biri de Türkiye’de Indie müziğin önemli temsilcilerinden Peyk’in ilk müzikali olan “Hamiyet”. İstanbul’un dışındaki bir işçi mahallesinde kocası ve iki kızıyla yaşayan Hamiyet’in 1980 darbesiyle altüst olan hayatını anlatan müzikali Erol Babaoğlu yönetiyor, Hamiyet’i ise Aslı İnandık canlandırıyor.

Festivalin İstanbul’un hafıza mekânlarını dahil ettiği mekâna özgü projeler arasında eski Alkazar-yeni Hope Alkazar Sineması’nda sahnelenecek “Çirkin”, ISTOS yapımı “Büyük Zarifi Apartmanı” yer alıyor. Festivalin kapanış oyunu ise üç Fransız lisesinde hayat bulacak Ahmet Sami Özbudak’ın “İstanbul Mon Amour”u. Programın tamamı için tıklayın.


2022’de gerçekleşen İstanbul Mon Amour büyük bir ekip işi. Söyleşide tüm ekibin adını anmamız mümkün olmadığından projenin künyesini aşağıda paylaşıyoruz.

Konsept & Tasarım: Işıl Kasapoğlu

SÜREYYA OPERASI
Dar Geçit

  • Koreografi & Konsept: Ebru Cansız
  • Ses Tasarımı & Müzik: Alper Maral
  • Sahne Tasarımı: Cem Yılmazer
  • Işık Tasarımı: Cem Yılmazer, Mustafa Karakoyun
  • Video Tasarımı: Recep Akar (Tridea Prodüksiyon)
  • Kostüm Tasarımı: Ayşenur Arslanoğlu
  • Proje Danışmanı: Sungu Okan
  • Koreograf Asistanı: Bensu Yılan
  • Dansçılar: Demet Aksular, Serhat Kural, İsmet Köroğlu, Aybike İpekçi, İlayda Evgin, Bensu Yılan, Atahan Tepe

VAPUR
BEN HAYVAN

  • Konsept & Tasarım: Sarp Aydınoğlu, Ani Haddeler, Sibel Altan
  • Yazar: Bilgesu Kasapoğlu
  • Yönetmen: Sarp Aydınoğlu
  • Müzik: Ömer Öztüyen (viyola), Can Ömer Uygan (trompet), Gökçe ÇeÇe Gürçay (perküsyon)
  • Kukla ve Maske Tasarım & Yapım: Sibel Altan, Ani Haddeler
  • Uygulama Ekibi: Anuşka’nın Atölyesi (Hande Ömürlü Yılmazer, Tolunay Türköz, Ayşe Akarsu), Sercan Gedik, Caner Coşkun
  • Asistanlar: Enes Yavuz, Anıl Yıldız, Cansu Saka, Sercan Gedik, Caner Coşkun
  • Oyuncular: Elif Ürse (Köpek), Sabahattin Yakut (Maymun), Onur Gürçay (Su Samuru)
  • Hayvanlar: İlknur Çay, Caner Coşkun, Mertcan Ertürk, Sercan Gedik, Hüseyin İmamoğlu, Azizcan Keskin, Ekin Kıvanç Kavurma, Duygu Korkmaz Karakaya, Mehmet Konu, Fatih Köseer, Ayşegül Kulluk, Sadettin Narin, Dilan Berfin Özelçi, Harun Özkan, Natali Öznacar, Hande Şahin, Gökçe Şen, Muhammed Türkoğlu, Enes Yavuz, Elif Yücel, Uzay Zilayaz
  • Teşekkürler: Devlet Tiyatroları

İMÇ
Haliç’in Ötesi

  • Konsept & Tasarım: Okan Kaya
  • Ses: Gürkan Erdem
  • Müzisyenler: Okan Kaya, Bahri Kaan Beşik, Volkan İncüvez, Fırat İkisivri, Can Ömer Uygan, Gökçe Gürçay, Mahdi Alkilani, Berkecan Özcan, Serkan Aka

KANYON
Yokmuş Gibi

  • Konsept, Koreografi, Performans: Ufuk Fakıoğlu
  • Dekor-Prop, Tasarım & Uygulama: Saye Özçelik
  • Ses Tasarımı: Gökçe Uygun
  • Video: Barış Demirdelen
  • Kostüm: Aygül Kostüm Evi
  • Oyun Asistanı & Işık Uygulama: Selim Cizdan
  • Proje Asistanı: Anıl Yıldız
  • Teşekkürler: Semaver Kumpanya, Çıplak Ayaklar Kumpanyası, Vertigo Uçuş Efektleri, Mihran Tomasyan, Büşra Albayrak, Cem Yılmazer, Serkan Aka, Barış Ergün, Aygül Güntav, Sefa Özen, Gülseren Cizdan

GALATASARAY LİSESİ
Güzelson

  • Konsept & Tasarım: Volkan Sarıöz
  • Yazar: Hakan Tabakan, Volkan Sarıöz
  • Yönetmen: Volkan Sarıöz
  • Dekor & Kostüm Tasarımı: Başak Özdoğan
  • Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
  • Müzik: Fırat İkisivri
  • Yönetmen Asistanı: Nur Güven
  • Oyuncular: Selen Şenay, Onur Şenol, Ahmet Kaynak, Metin Alpargun, Mertcan Ertürk, Mehmet Konu, Muhammed Türkoğlu

SALON İKSV
İstanbul’u Çalıyorum

  • Sanatçılar: Nejat Yavaşoğulları, Barabar, Gülinler, Ari Barokas, Gökçe Çeçe Gürçay, Zil Zurna

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.

Eleştiri

Almanya'daki ırkçı cinayetleri konu alan "Üç Kapı" sergisini Alâra Kuset değerlendirdi.

Kütüphane

Özkan Işık’ın İMÇ YÜZONBİR'de devam eden “Kısır Gecesi” sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Kütüphane

Irmak Canevi’nin “Aralıktan Seksek” adlı kişisel sergisinin metni Argonotlar Kütüphanesinde.