“Başlangıçta hepimiz bir ve aynı canlıydık. Bugün de yine hepimiz aynı yaşamız. Milyonlarca yıldır bu yaşam, bedenden bedene, bireyden bireye, türden türe, alemden aleme aktarılageldi. Elbette ki biçim değiştiriyor, mekan değiştiriyor, dönüşüyor. Fakat hiçbir canlının yaşamı kendi doğumuyla başlamaz: Hikaye bundan çok daha eskidir.”[1] Mezopotamya’da ve Çukurova’da binlerce yıldır, gece ve gündüz anlatılagelen bu hikayedir. Göçmenin ve yerleşmenin, paylaşmanın ve sahip olmanın, sabrın ve mucizenin, emeğin ve zulmün destanıdır.Toprağın Teni sergisi Mezopotamya ve Çukurova’da yaşamış ve üretmiş, oradan beslenmiş ve esinlenmiş sanatçıları bir araya getirerek, toprağın ve insanın iç içe geçmiş hikayelerini keşfetmeye davet ediyor. Sergiye katılan sanatçılar bu iki coğrafyayı, toprağın açtığı düşünsel ve imgesel ufukta ziyaret ediyor. Bellek, aidiyet, mülkiyet, adalet, hürriyetgibi kavramlar üzerine düşünceler Mezopotamya ve Çukurova’dan filizleniyor. Edebiyatın doğum yeri olan coğrafya, çağdaş sanatın marifetiyle diline geliyor.
Nereye aitiz gerçekten, sahip olduklarımıza mı yitirdiklerimize mi? Doğduğumuz ya da doyduğumuz yer mi memleket, yoksa sadece bir masal diyarı mı? Ne zaman yerleşmiş atalarımız? Acaba hiç yerleştik mi gerçekten?
“Azala azala, tükene tükene gelmiş bitivermişti her şey. Söz daha önce bitmişti. Türkü, oyun, destan, ağıt, Nasrettin Hoca, Koca Yunus, semah, cem daha önce bitmişti. Kırk yıldır can çekişiyordu tekmil Türkmen mağrıptan maşrıka kadar. Her şey daha önce bitmişti.
‘Neye inat ediyoruz?’ diye sordu Süleyman Kahya. ‘Bir ölü var kokmuş, yüz yıllık bir ölü, biz ille de bu kokmuş ölüyü gömmeyeceğiz, diyoruz.’
Koca Tanış: ‘Ölüyü çoktan gömmeye gömerdik ama Süleyman Kahya, ölüyü gömecek bir mezarlık toprak bulamıyoruz da kırk yıldır sırtımızda taşıyoruz bu ölüyü,” dedi.’[2]
Binboğalar Efsanesi, Çukurova’da,Hıdrellez şenliklerinde, yörüklerin kışın sığınacak toprak bulma dilekleriyle başlar. Yaşar Kemal yüzyıllarca yerleşik düzene geçmeye direnmiş Türkmenler’i anlatır. O yıl kış yok oluşu da beraberinde getirmektedir. Çünkü artık “Çukur’da bir karış toprak kan pahasıdır.”[3]
Toprağa ne zamandan beri paha biçilmektedir? Tüm doğayı kendine yuva bilmiş göçerler için toprak, uğruna dövüşülecek, sahiplenilecek, alınıp satılacak bir meta değildir. Göçerlerin özgürlüğünün temelinde dünyayla kurulan bu ilişki, mülkiyet bilemez karşılıklılık vardır. Bu onların öksüz, köksüz, kimliksiz olduğu anlamına gelmez. Göçebe bir halk için toprak, doğaya ve dünyaya aidiyetin sembolüdür. Oysa ilk çitlemeyle mülk haline geldiğinden beri toprak ölüm kalım savaşının konusudur.
Rousseau’nun anlattığı gibi bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu, bana aittir!” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu olmuştur.[4] Hiç kuşkusuz bu aynı zamanda barbarlığın da tarihidir. “Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine bu sahtekârlara kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz! diye haykıracak olan kişi, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!”[5]
Mezopotamya ve Çukurova’da da toprak bir mülk, tarla ya da inşaat arazisi olmaktan önce, özgürlüğü, kültür ve doğa birliğini, dünyaya aidiyeti ifade eden sembol, kutsal bir varlıktır. Toprak, yalnızca bir geçim kaynağı değil aynı zamanda özgürlüklerin de garantisidir.
Toprağın Teni sergisinde toprağın kutsallığının, birleştirici gücünün; mülkiyet ve üretim ilişkilerindeki değişimle birlikte aşınan değerinin; toprak etrafında kurulan yeni toplumsal ilişki, duyma ve duyumsama biçimlerinin izlerini sürebiliriz. Coğrafyanın ancak kaynak sağladığı oranda değerli olduğuna dair hafriyatçı bakış açısına ve ekokırıma karşı duruş sanatsal ifadelerin ortak noktasıdır.
Toprağın Teni’nde buluşan sanatçılar, insan merkezci olmayan bir yaklaşımla, toprağın miras değil ancak emanet olabileceği fikriyle üretiyorlar. Topraktan emanet alınan ise canlı ve cansız tüm varlıkların ortak hafızasıdır.
Toprak hafıza mekanıdır, hatırlar. Taş, kök, toz beden gibi duyar ve kayıt tutar. Halkların ortak hafızası toprağın teninde katman katman birikirken, geçmiş de duyulmayı bekler. Toprak bereketin olduğu kadar yas ve taziyenin de mekanıdır. Travmaların bıraktığı boşluk toprakta saklanır. Toprakla yüzleşmek sorumluluk almak ve adalet talep etmektir. Sadece gelmişler, geçmişler için değil gelecekler için de.
Toprağın Teni sergisinde sanatçılar kendi doğumlarından çok önce başlamış hikayelerini Mezopotamya ve Çukurova’dan dinliyorlar. Kent gürültüsüyle boğuluyor o ses, sosyal medyanın uğultusuyla ya da otoritenin zoruyla ama her seferinde zeminde hissettiriyor kendini toprak. Bildiklerimizin ve sahip olduklarımızın ötesinde soluk alıyor.
Bu yazı, koordinatörlüğünü Kun Art Space’in yaptığı,18 Ocak- 8 Şubat tarihleri arasında Adana Seyhan Çırçır Sanat Merkezi’nde gerçekleşen Toprağın Teni sergisinin küratör metnidir.
[1] Emanuele Coccia, Metamorfozlar, Giriş IX., çev. Alara Çakmakçı, Türkiye İşbankası Yayınları, İstanbul, 2023.
[2] Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, s.196-197, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1988.
[3] Yaşar Kemal, a.g.e, s.82.
[4] Jean Jacques Rousseau, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, çev: R. Nuri İleri, s.129, Say Yayınları, İstanbul, 2009.
[5] Jean Jacques Rousseau, a.g.e., s.133.