Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

“Yardım değil, dayanışma kültürü oluşturmamız gerek”

Arkeolog, yazar ve akademisyen İsmail Gezgin’le depremin üzerinden geçen yaklaşık 6 ayın ardından Antakya’da yaptıkları çalışmaları, depremle defalarca yıkılan kentin tarihini ve bugününü konuştuk.

6 Şubat depreminin ardından bölgeye giden gönüllülerden biri de Arkeolog, Yazar ve Akademisyen İsmail Gezgin’di. Antakya Samandağ’da Karaçay Koordinasyonu bünyesindeki Tomruksuyu Eğitim Alanı’nı kuran, geliştiren ve çocuklara her gün eğitim veren gönüllü ekibinde yer aldı. Gezgin, üç buçuk ayın sonunda Antakya’dan “şimdilik” ayrılırken sosyal medyadan şu notu paylaştı: “Her şeyiyle upuzun yıllara bedel olan üç buçuk aylık bir sürecin sonunda Samandağ’dan (şimdilik) ayrıldık. Orada bize hayat boyu armağan kalacak eşsiz insanlar tanıdık, dostlar edindik. Her türlü tekliğin, yalnız bırakılmanın, acının ve çaresizliğin ortasında çabalamak ve üretmek için birlikteydik. Merkezsiz, başsız, eşit ve gönülden topluluğumuz dört bir yerden gelenlerle günbegün kendiliğinden büyüdü. Onca yıkıma, yitime karşın kolektif emekle yapıp ettiklerimizin gücü mucizelerden çok daha etkili, çok daha sahici.”

Gezgin’le “Burada yabancı olmak mümkün değil” dediği Antakya’da yaptıkları çalışmalardan dayanışma kültürünün önemine, depremle defalarca yıkılan kentin tarihinden bugününe uzandık; gözlemlerini ve bundan sonra yapılabilecekleri konuştuk.

Nasıl geldiniz Antakya’ya, geldiğinizde nasıl bir manzarayla karşılaştınız?

Aslında ilk gün gelmek istemiştim ama hem yollar kapalıydı hem de kar vardı. Datça’da yaşıyoruz, “Nasıl olsa depremzedeler buraya da gelecek, öncelikle onlara yardım ederiz” dedik. 2000 kişi geldi Datça’ya, orası biraz oturunca da bölgeye geçme planları yaptık. Nehna’dan bir arkadaşıma ulaşarak bizi lokal bir oluşuma yönlendirmesini istedim ve böylece geldik. Gelirken eğitim meselesini çok fazla düşünmemiş, daha çok ne yardım gerekiyorsa onu yapmaya çalışırız diye düşünmüştük ama geldiğimizde 8-10 öğretmen toplanmış, iptal edilmeyen sınav takvimi nedeniyle 8 ve 12. sınıflar için ders programı yapıyordu. Onlara destek verelim derken ailelerin de talepleriyle bir de ana sınıfı açıldı. Nasıl ilerleyeceğimizi düşünürken sosyal medya yardımıyla ilkokul açmaya karar verdik, inanılmaz bir başvuru oldu. Etrafımız çoğaldıkça ulaştığımız insan sayısı da arttı. Koşullar nedeniyle o kadar insanı kabul edemeyeceğimiz için ilk etapta 320 kişi aldık, derken son dönemde ana sınıfından başlayarak 12. sınıfa kadar günde yaklaşık 700 öğrenciye eğitim desteği verdik. Sınav dönemi başladığı için ara verdik ama sonrasında eğitimler devam edecek.

Arkeolog olarak bu coğrafya daha önce de ilginizi çekmiş olmalı. Sizdeki yeri nedir? Nedir Antakya’nın karakteristik özellikleri?

Antakya, Suriye meselesi patlayana kadar kültür olarak kendimi iyi hissettiğim yerlerden biriydi. Bunda kentin kozmopolit bir nüfusu olmasının etkisi olduğunu düşünüyorum. Mesela burada inançlar çok muhafazakâr değil. Daha esnek, daha geçirgen, daha kabullenici… Kurulduktan birkaç yüzyıl sonra dünyanın en önemli Hıristiyan merkezlerinden biri olmuş Antakya. İncil’in ve Hıristiyanlığın kanunlarının belirlendiği ekümenik toplantılara buradan hep temsilci gitmiş. Onun ötesinde Ortadoğu’nun her coğrafyasıyla bağlantısı olan bir yer. Sınır kapısının burada olması da bunda önemli bir etken. Ama Suriye meselesine kadar şunu net olarak hissetmek mümkündü: Burada herkesin görmediği ama görse imreneceği bir hayat vardı. Suriye’deki savaşla beraber bu hayat biraz bozuldu çünkü silahlı birtakım güçler ve IŞİD tehdidiyle gündelik hayat olumsuz etkilendi. Depremde bu çığlık çok açığa çıktı. “Biz başka bir kültürün içinden geliyoruz ve bunu bozmak istemiyoruz” çığlığını ben duydum açıkçası. Bu güzelliği, kozmopolit yapıyı, barışçıl havayı bozmamak için uğraştıklarını gördüm. Ve biraz da onları desteklemek için geldim.

Burada okuma oranı çok yüksek, bu hemen hissediliyor zaten. Çocuklar çok açık, cinsiyet rolleri çok farklı, bağnazlık yok. Her kültürün ve her inancın kendi yükleri vardır mutlaka elbette ama bu yük muhtemelen en az bu insanların sırtına binmiş gibi görünüyor. 

Komşu coğrafyalar ve kültürlere açık yapısında organik olmasının da etkisi var bunda sanırım…

Antik Çağ’dan bu yana da önemli bir yer burası, bir geçiş noktası. Kültürler, uygarlıklar kuruluyor sonra onlar siyasi sebeplerle, savaşlarla yıkılıp gidiyor ama halk hep kalıyor. Burada hissettiğim şey tam olarak bu: Sanki birbirlerine söz vermişler gibi; herkesin kültürüne saygı duyan, hatta kendi kültürleri gibi kabul eden bir yapıya kavuşmuşlar. Paskalya’da da, Şeker Bayramı’nda da herkes gelip bizimle bayramlaştı mesela. O yüzden burada yabancı olmak mümkün değil, ne olursan ol içine almak için hazır bir şekilde bekliyorlarmış gibi. 

Öte yandan Antakya homojen bir yapı mı ondan emin değilim. Her bölgesinde farklı bir yaşam ve kültür filizlenmiş durumda. Samandağ ve çevresi için söyleyecek olursam burası Nusayrilerin ağırlıklı olduğu bir yer. 

Tabii kültürü sadece insanlar oluşturmaz. Doğa, çevre koşulları, beslenme biçimleri gibi içinde bulunduğu yaşamı destekleyen her türlü aktivite kendi kültürüyle birlikte insanların arasına dahil oluyor. Karşılıklı bir etkileşim içinde oluyor tüm bunlar. 

Burası bir kere yol üstü bir yer, onun etkisi açıkça hissediliyor. Ülkenin sınırları Irak’a, İran’a kadar uzanıyor baktığımızda ama her kent Antakya kadar geçirgen değil. Türkiye’nin kültürel olarak en fazla temas ettiği, alışveriş yaptığı bölge Suriye üzerinden geçilen bu bölge. Çünkü biliyoruz ki sınırlar çizildikten sonra bazı köyler ikiye bölündü, insanların sınırın öte yanında akrabaları var. Filmlere, romanlara konu olmuş şeyler bunlar. Bunların getirdiği bir yakınlık, etkileşim söz konusu. Ama aynı zamanda müthiş bir ticaret var. Biz burada daha çok kadınlarla muhatabız veli toplantılarında, çünkü erkekler daha çok yurtdışında çalışıyor. Tır şoförlüğü burada yoğunluklu olarak karşılaştığımız bir meslek. Onun dışında da Suudi Arabistan’da, Katar’da, Suriye’de çalışan çok kişi var. Bunların da getirdiği bir kültürel etkileşim söz konusu.

Eski uygarlıklarda olduğu gibi bir hareketlilik bugün de devam ediyor yani.

Evet. Onu da görüyor insan burada. Buradan gelip geçen, temas ettikleri herkesi benimsemiş; onlarla daha özgürlükçü ve kabullenici bir ilişki kurabilmiş buranın insanları.

Tarih boyunca defalarca büyük depremler yaşamış bir bölge burası. Nasıl refleks göstermiş eski kültürler? Hafızayı tutmak için nasıl yöntemler geliştirmişler, ne kadarını sonraya taşıyabilmişler? Antakya gibi bir yer tekrar tekrar kurulurken ne kadar değişime uğramış? 

Yere bir anlam yüklemek, sonra o anlamla beraber bir bağ geliştirmek aslında uygarlaşmış dünya içerisinde insanın en temel özelliklerinden. Kişisel hayatımızda da gördüğümüz bir dağı, gölü yaşamımızın bir parçası haline getirip onun hakkında bir şeyler anlatıyor ve anlam yüklüyoruz. Bu bağın buralarda çok güçlü olduğunu söylemek mümkün. Tabii çok yıkılmış bir kent, vaktiyle de çok yıkılmış ve böyle giderse yine yıkılacaktır. Mesela Roma’da yıkılan kentlere baktığımızda elçilerin bölgeye giderek olan biteni gözlemleyip izah ettiğini, ardından bu kentlere vergi muafiyeti uygulandığını, kentlerin yeniden kurulması için bağışlar yapıldığını biliyoruz. Dışarıdan bir destekle o vazgeçemedikleri kültürü yeniden kurmuşlar bir şekilde. 

İktidarların tepkisi de genel olarak benzer mi? 

Evet, benzer refleksler söz konusu. Antik Çağ’a baktığımız zaman depremin sorumlusu, kenti kuranlar değil, tanrısal ve ilahi güçler olmuş. Poseidon deprem yaratmış mesela. Felaketi felaket haline getiren insanın yaşam biçimi ya da onu algılayış biçimi, doğada depremin tahrip edici bir durumu yok. O bir doğa olayı. Her seferinde -içsel atıflar, dışsal atıflar derler ya- iyi olursa benden, kötü olursa dışardan yaklaşımı söz konusu olmuş. Açıkları ortaya çıkmasın diye kendini aklayan iktidarlardan ibaret tarih de.

Toplum peki?

Her toplumun bir davranış repertuvarı vardır. O repertuvarın dışında davranmasını bekleyemeyiz. Elbette kırılma noktaları vardır ama biraz da geçmişten gelen güç, kırılma noktalarında gidişatı değiştirebilecek bir sorumluluk alır. Doğu kültüründe öyle bir şey yok. Batıya bakınca sürekli bir arayış var. Orada da monarşiyle başlamış her şey ama neticede tiranlıklar, arhonluklar, demokrasi gibi birtakım arayışlarla bugün geldikleri noktayı kurmuşlar. Doğu kültürlerine bakıyorsun, mesela Sümer’de başa gelen herkes krallığa devam etmiş. Bir devlet geleneği. Devletin asli olan, baba olan, yasa olan izleği bütün insanların zihnine, kodlarına yerleşmiş gibi görünüyor. Beynimiz işgal altında aslında. Bu kültür, bu düzen, bu iktidar anlayışı bizim nasıl düşüneceğimize de karar veriyor. Buradan nasıl bir çıkış olur bilmiyorum ama Gezi gibi kırılma yaratacak bir şey lazım sanırım. 

On bir kentin yıkıldığı, yüz binlerce insanın öldüğü yerde ölenlerin sayısının büyüklüğü hayatını kaybedenlerin önemini azaltır bir noktaya geliyor. O kadar çok ölü var ki ölü olmanın anlamı kalmıyor ve bu gündeme gelmiyor. Üstelik bu kaçıncı felaket! Depremden sonra hayatı durdurmamız gerekiyordu. Oysa herkes gündelik hayatta ne yapıyorsa onu yapmaya devam etti. Burada yaşananların onda biri Fransa’da ya da Yunanistan’da olsaydı Paris’i, Atina’yı yıkarlardı herhalde. Bizde böyle şeyler olmuyor çünkü maalesef bizim davranış repertuvarımızda itaat var. Bunu değiştirmemiz lazım. 

Deprem bölgesi yeni bir rant alanına dönüşürken Antakya gibi kendine has yerleşimlerde kentin dokusunu bozmak adına yerel halkın burada varlık göstermemesi için de ayrı bir çaba sarf edildiğini görüyoruz. Oysa dediğiniz gibi kültürel zenginliğinin yanı sıra çok verimli de bir bölge burası. Bunun önüne nasıl geçilebilir? 

Dünyanın en bereketli coğrafyasından, Mezopotamya’nın bir parçasından bahsediyoruz. Kocaman Asi Nehri’nin suladığı, devasa ovalarla çevrili, toprağın zengin, ticaretin yoğun olduğu inanılmaz bir coğrafya burası. Burada yeni bir hayat kurmak çok zor değil, hatta daha iyi bir hayat kurmak da mümkün. Asıl felaket, böyle bir yıkımın böyle bir iktidarla çakışması oldu. Ulus devlet refleksi ülkenin resmi kimliğinin bir parçası haline geldiği için buradaki insanların Türkleştirilmesi, Türkleşmiyorlarsa da buradan uzaklaştırılması yönünde bir çaba söz konusu. Ama öte yandan “yeniden kuracağız” sloganlarının da daha iyi düşünülmesi gerekiyor. Yeniden aynı şeyi kurmayalım. Yıkılan kente bakıyorum, Antakya’ya dair hiçbir şey yok. Birkaç cami, kilise dışında buranın kültürel kimliğini, gündelik hayatını, hoşgörüsünü yansıtacak hiçbir şey yok ayakta. Sıradan, iyi kötü büyümüş herhangi bir şehir manzarası var karşımızda. Enteresan olan ise şu: Bu mimari ve kentsel plan altyapısında bile Antakyalılar kendi kültürlerini korumayı başarmışlar. Buna daha da zemin hazırlayacak bir kentsel dönüşüm planlamak gerekiyor. Ama gördüğümüz kadarıyla çok acele birtakım şeyler yapılıyor ya da bazı yerlerde hiçbir şey yapılmıyor. Oysa toplanan yardımlarla bile yıkılan birkaç kenti ayağa kaldırmak, daha da iyisini kurmak mümkün.

Tarihi kentte ideal bir restorasyon gerçekleştirilebilir, kentin altyapısı prosedürlere uygun inşa edilebilir ama benzer örneklere; Van’a ve Diyarbakır Sur’a bakınca kentin içinin boşaltıldığını, yerel halkın şehrin çeperlerine itildiğini görüyoruz… 

Daha önce hoşnut olmadığımız şeyleri temizlemek mümkün olabilir ama devletin öyle bir niyeti var mı emin değilim. Bu yüzden bu konuda herkesin sesini yükseltmesi gerekir ya da sesini yükseltebilecek ve farklı şeyleri dile getirebilecek insanları bir araya getirmek gerekir. Gençlik kampı, eğitim, okul güzel çalışmalar ama burada bir kent yok olmuş, insanlar kültürlerini korumaya çalışıyorlar ve bu konuda bizim de bilgi üretip birkaç çadır da buna ayırmamız gerekiyor. Gelecek insanlar çoktur eminim. Ortak noktalar bulup manifestolar oluşturmak lazım, olmazsa olmazları bulmak… Şehrin sadece duvarlardan, evlerden ibaret olmadığını hatırlatmak…

Bu beton mimarisi, dikey mimari kapitalizme hizmet eden bir araç. Hiçbir yaşamsal olanak sağlamıyor. Tam tersi hepimizi havalarda oluşturduğu hücrelere kapatıp, sanki birlikte yaşıyormuş düşüncesini verip kimsenin ilişkilenemediği mekânsal düzenlemeler yaratıyor. Bunu tekrar hayata geçirmenin hiçbir manası yok ama şu aşamada yatay mimari uygulanabilir mi o da bir problem. Bu kadar nüfus yoğunlukları oluşturmak, köyden kente göç etmeyi teşvik etmek gibi politikalarla hayvancılığı öldürecek kadar insanları yerlerinden ettiler. Diyarbakır’ı bilmem kaç milyona ulaştırıp oradaki işsizliği ve yaşamsızlığı artırdılar, öyle olunca da dikey mimariye ihtiyaç duydular. Bunlara hep eleştirel yaklaşılması gerekiyor. Daha makul ve sürdürülebilir olanı bu şekilde bulabiliriz. Yoksa artık Antakya ya da İstanbul’da yaşamanın hiçbir esprisi, farkı yok çünkü hep aynı mimari. Her şeyin bu kadar aynılaştığı yerde farklılık kurmamız mümkün değil. O yüzden mutlaka o farklılıkları koruyacak çeşitliliği kurmamız lazım.

Kamusal alanın çok daraldığı bir zamanda, kısıtlamalara rağmen bir dayanışma ağı kurulabildi deprem bölgesinde. “Farklılık kurmak” dediniz biraz önce. Sizce bu süreçteki deneyimler yeni örgütlenme modelleri oluşturabilir mi?

Tek başına buradaki oluşumların bile sosyal, psikolojik bir değeri olduğunu düşünüyorum. Bu kadar engellenmeye ve bu kadar umutsuz şartlara rağmen birbirinden haberdar olmayan pek çok insanın gelip burada dayanışması, bir ayakta kalma kültürü oluşturmasının bile tek başına araştırmalara konu edilmesi gerekir. Buralardan yeni modeller çıkarılabileceğine inanıyorum. Çünkü buralarda menfaat yok, para dönmüyor, çözüm var. Farklı insanlar geldi buraya. Aynılıktan çözüm çıkmaz; farklı düşünceler, farklı yaşam biçimleri, farklı alternatiflerimizin olması gerekiyor. Bu da yaratılabilir diye düşünüyorum. Tek yaşam biçimi bu bize dayatılan değil, başka bir yaşamın mümkün olduğunu kabul etmeli ve bunun üzerine düşünerek yeni bir arayışa girmeliyiz. Bu yolu baştan kapatırsak ve devlet bize ne sunarsa onu yaşayacağız dersek var olma şansı yok bu renkliliğin. Yoksa gri bir şey çıkacak ortaya, tıpkı bugün olduğu gibi; molozlardan, toz topraktan ibaret bir beton grisi… 

Neler öğretti burası size? Buraya gelen İsmail Gezgin üç buçuk ay sonra nasıl bir deneyimle ayrılıyor?

Burası beni daha da sertleştirdi. Öncelikle de yardım kültüründen kurtulup dayanışma kültürü oluşturmamız gerektiğini; bunun için daha politik davranmak, aktivist olmak gerektiğini düşündürdü. Çünkü dayanışmak isteyen de nasıl dayanışacağını bilmiyor. Mesela bir kamyon oyuncak yükleyip “oraya geliyoruz” diyorlar ve onları bayraklarla karşılayacağımızı sanıyorlar. Bu sadaka kültürü, bunu yapıp kendini rahatlatamazsın. Sorumluluk bu kadar basit değil. Elbette devletin sorumluluğu daha büyük ama kendince bir sorumluluk hissediyorsan da yaşamı yeniden kurmak, ötekinin yarasına merhem olmak meselesi bu; onun karnını doyurmaya çalışmak değil. İhtiyaç öyle bir ihtiyaç değil. Ama buna alışmışlar. Dayanışma gösterilecek insanlar açlıktan, sefaletten sürünüyor olsun istiyorlar. Oysaki hayat eskisi gibi sadece karın doyurma meselesi değil; eğitim, barınma, kültür meselesi. Bunların yeniden tesis edilmesi vicdan rahatlatacak, sadakayla geçiştirilecek bir mesele değil. Felaket hep ötekinin felaketi değildir, özellikle de Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsan. Bu felaketleri kendi felaketlerimiz olarak hissetmediğimiz sürece bu kültürü de oluşturamayacağız. En temel sorunlarımızdan biri bu.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.