Ankara kışı geçirdi ama küresel ısınmadan fırsat kalmadığı için kurdun şikâyetçi olacağı kadar soğuk olmadı hava. Ne soluk kesen ayazlarla nefessiz kaldık, ne kar topladığı rivayet edilen, pırıl pırıl ama ısıtmayan güneşlere kandık ne de durup durup birden bastıran ve sokaktakileri eve dönmeye, evdekileri sokağa çıkmaya davet eden karla kaplandık. Yine de o eski kışların hayli sulandırılmış birer kopyası olan günlerde sosyal hayat sokaklardan iç mekânlara, parklardan evlere doğru harekete geçti. Kötü giden ekonomiden fırsat buldukça sinemalara, tiyatrolara, kapalı mekânlarda düzenlenen konserlere, özellikle de ücretsiz sergileriyle sıcak sanat galerilerine doluştuk.
Ekonomi ve bütçe dostu sanat demişken Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’ni anmadan geçemeyiz. Soğuk, resmi binaların arasında dışıyla onlara benzeyen ama içinde olanlar sebebiyle bu soğuk binalarla bir sokak ötesindeki civcivli sosyal hayatı birleştiren merkez binası, çağdaş sanatın karneyle dağıtıldığı günlerden beri hizmette. 1998 yılında bir su deposundan sanat merkezine dönüştürülen bina, öğrencilik yıllarını benim gibi Ankara’da geçirmiş boomerlar için çağdaş sanatla tanışma mekânı olması sebebiyle ayrıca önemli. Hem öğrenci cebini üzmemesi hem de Ankara’daki üniversitelerle gerçekleştirdiği işbirlikleri sayesinde bu binada hayli enteresan, bazen zihin açıcı bazen de göz açıcı zamanlar geçirdik. Belediyeye bağlı olması sebebiyle bazı handikaplar içerse de -eskiden bu handikapların daha hafif olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde- üniversite işbirlikleri de ücretsiz sanat organizasyonları da hâlâ devam ediyor. Ayazın hafiften ısırmaya başladığı bir salı öğle sonrası, hatıralarımı yad etmek ve içerideki sergilere şöyle bir göz atmak için kapıdan girdim.
İşlek bir gün olmadığı için binanın yüksek pencerelerini vinç benzeri bir mekanizmayla silen çalışanlar karşıladı beni. Onlar işlerine devam ederken ilk kattaki Serdar Gülsöken’in “Arada” isimli sergisine uğradım. Vinçlerin yarattığı arka plan sergiyi gezerken daha da anlam kazandı zira sergilenen eserlerin, serginin adıyla müsemma ‘‘aradalıklardan’’ birini, sanatla zanaat arasındaki yerleri vurguladı. Sanatçının ahşapla kurduğu yakın ve samimi ilişkiyi eserlerde görmemek mümkün değildi. Girişteki masada duran alet edevat ve ham ahşapla ziyaretçileri de bu ilişkiye dahil olmaya çağırıyordu sergi. Utanmasak alın yazılarımızı bile ChatGPT’ye yazdıracağımız günümüzde sanatla, zanaatla bu denli manuel kurulan bir yakınlığa şahit olmak iyi geldi bana. Eserlerin aradalıkları bununla da kalmıyordu. İşlevsel ürün ve heykel spektrumunda da bir o yana, bir bu yana yaklaşıyorlardı. Aynı teknikle üretilmiş mobilya ve aydınlatma gibi kullanım odaklı objelerin yanı sıra tamamen form odaklı üretimler de vardı.
Bu noktada işlevin ne olduğu, nasıl tanımlandığı tartışmasına girip kafanızı şişirmeyeceğim ama bu ikiliyi çeşitli şekillerde hem de aynı elde yontulmuş biçimde yan yana görünce ister istemez bu tartışma gelmişti aklıma. İşlevli ve işlevsiz kutuplar, her ne kadar aralarındaki fark gitgide muğlaklaşsa da beliriyordu sergide. Eserlerin arada kalmışlıklarının yanında, sanatçının sembolik düzlemde bir araya getirdiği iki elementin; toprak ve suyun, ahşap ve denizin izleri de açık bir şekilde okunuyordu objelerde. Her ne kadar ahşabın sıcak doğallığı yanında deniz muadili olarak sunulan epoksi reçine hayli suni kalsa da bu bilinçli yapaylık başka bir arada kalmalığa, doğal ve yapay arasına götürüyordu insanı. Bu iki malzemenin bir araya getirilmesinin ne kadar meşakkatli bir süreç gerektirdiğini, aynı üretim yöntemini kullanarak sofra servis gereçleri üreten bir arkadaşım sayesinde biliyorum. Sergiyi boşken gezmenin avantajından yararlanarak bütün eserleri yakından inceledim. Özellikle organik formlardaki düzgün yüzeyler muhtemelen saatler süren zımpara işinin sonucuydu. Bu emek ortaya çıkan sonuca ek bir değer katıyor mu, katmalı mı sorularıyla merdivenlere yöneldim.
Ara katlardaki imaj kalabalığı sergilerden sonra en üst kata, Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi Resim ve Heykel Bölümü işbirliğiyle hazırlanan “Beyaz Gürültü” sergisine çıktım. Bu üniversite işbirliği öğrenciyken katıldığım işbirliklerine götürdü beni. Merkezin adının yalnızca Çağdaş Sanatlar Merkezi olduğu zamanlara. Bir bira firmasının sponsorluğunda yapılan, yapılabilen ODTÜ Çağdaş Dans Günleri’nin açılış partisinde buldum kendimi. Ne kadar eğlendiğimizi, Devlet Opera ve Balesi’ne bağlı Modern Dans Topluluğu’ndan dansçılarla tanıştığımızı, sonrasında onların verdiği eğitimlere katıldığımızı hatırladım. Karma serginin genç sanatçıları Tanzel Arığ, Mustafa Salim Aktuğ, Erdem Ümit Asmaz, Havva Altun, Tansel Çeber, İsmail Ateş, Turhan Çetin, Zuhal Baysar, Sultan Burcu Demir, Ozan Bilginer, Refa Emralı, Ayşe Bilir, Okan Ercan, Serap Emmungil, Ayşe Sibel Kedik, Engin Esen, Esra Koruç, Aslı Işıksal, Tuba Merdeşe, Hasan Kıran, Seval Şener, Mehdi Saadeti, Şinasi Tek ve Şeyma Topçu da bizim kadar şanslılar mı acaba? Alanlarında kendilerinden daha deneyimli sanatçılarla, arada ast üst ilişkisi olmadan ortak bir düzlemde, hem de belediye vasıtasıyla buluşma, tanışma fırsatları var mı?
Anılardan mı, serginin özelliğinden mi bilinmez; salona girer girmez birden sessizleşmişti ortalık. Karma bir sergi olmasına, farklı zihinlerden çıkmış eserler sergilenmesine rağmen eserlerin hemen hemen hepsi sessizce, sakince anlatıyordu dertlerini. Hele de karşı salondaki resim sergisinin ısrarcı ve tekrarcı gürültüsünden eser yoktu burada. Ama bu “Beyaz Gürültü”deki üretimleri o kocaman tuvallerdeki resimlerden daha az etkileyici yapmıyordu. Aynı dilde olmasa bile aynı tonda konuşan (belki de fısıldayan demeliyim) resim ve heykellerin arasında dolanırken kendimi bir hayalet gibi hissettim. Serginin yarattığı pozitif boşluk hissinde başka hayaletler; dik duruşlu dansçılar, uzun atkılı öğrenciler, takım elbiseli devlet adamları da katıldılar bana. Aynı salonda sosyalleşiyor, sohbet ediyor, hatta dans ediyorlardı. Onların peşinde beyhude dolanırken gözüm özellikle dikkatimi çeken birkaç heykelin etiketlerine kaydı, üretim yöntemlerinde üç boyutlu yazıcıları gördüm. “Arada” sergisini terk ederken aklımdaki emek ve değer sorusu yeniden canlandı. İki sergi arasındaki zaman farkını düşündüm. Eserlerin aynı tarihlerde sergilenmelerine, hatta belki de aynı dönemlerde üretilmiş olmalarına rağmen arada koskoca bir çağ vardı. Bu fark birini diğerinden daha etkileyici, daha geçerli, daha ‘‘sanat’’ kılmıyordu benim gözümde ama ikisini de anlamlandırırken farklı filtreler kullanılmalıydı sanki.
Birkaç gün sonra şehrin daha yeni, daha plazalı merkezlerinden birine; Hilal Polat’ın “Biz Beceremiyoruz Bu Love İşlerini” adlı sergisini görmeye gittim. Sanatçı uzun zamandır deplasmanda, İstanbul’da gösterdiği yeteneklerini bu sefer Ankara’da, Fikret Otyam Sanat Merkezi’nde sergilemişti. Hilal, eserlerinde dillere pelesenk olmuş mitleri didikliyor ve bu mitlerin içindeki kadın sesini, kadın anlatısını ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Bazen de otoritenin kurallarına uymamalarına rağmen hâlâ yaşayan, bir şekilde hâlâ ayakta kalan mitlerin peşinden gidiyor. Hilal yaptığı her şeyi sanatın gözüyle yapan, on parmağında yüz marifet taşıyan insanlardan. Eserlerinin hepsini de elceğizleriyle dikiyor, örüyor, işliyor… Bu yazıya konu olan “Arada” sergisindeki işçilikten daha farklı bir emek söz konusu burada. İğneyle kuyu kazmaya benzeyen, tek bir ilmeğini görürseniz bütününe, dokusuna ait birçok şeyi kaçırabileceğiniz bir emek. Hilal Polat üretimleriyle, yüzyıllarca görmezden gelinmiş kadınların ev içi emeğini de bambaşka platformlara taşıyor.
Hayaletlerimden kurtulup -zira ben öğrenciyken şehrin bu kısmı henüz yoktu- bir üst aşamaya geçtim, tanrıçaları düşündüm sergiyi gezerken. Sanatçının duruşunda, kafa tutuşunda tanrıça mitine ait bir şeyler gördüm. Kendinden sonra gelen birtakım ataerkil otoriteler tarafından sistematik bir şekilde silinmeye çalışılsa da elden ele, dilden dile, kalpten kalbe anlatılarak kendine bir şekilde yol bulan; onu silmeye çalışan otoritelerin içine bir şekilde sızmayı başaran o gücü gördüm Hilal’in üretimlerinde. Joseph Campbell, Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri kitabında: ‘‘Neredeyse kırk yıldır bir kız okulunda hocayım; öğrencilerime dediğim gibi, size mitoloji hakkında söyleyebileceğim her şey erkeklerin söylemiş ve deneyimlemiş olduğu şeyler. Ve şimdi kadınlar bize kendi bakış açılarından, kadınların geleceğindeki olasılıkların neler olduklarını söylemek zorundalar,’’ diyor. Hilal Polat da o sıcak sesiyle, o sıcak bakışıyla ve tek bir kalıba sığdırılamayacak yeteneğiyle anlatıyor mitlerin kadınlarını. Onca erkekliğin baştan yazdıklarına kulak asmayarak, kadınlara kulak vererek hem de.
Nuri Abaç, Dilenci, 1969 Nuri Abaç, Kimse?, 1965
Birkaç hafta sonra, kışın artık tüm gücüyle gelmeyeceğinin belli olduğu hem güneşli hem de ılık bir gün Cermodern’deki Nuri Abaç sergisini görmeye gittim. “Acâibü’l Mahlûkāt” isimli, ismiyle müsemma sergide, eserlerini bildiğim, eski bir anime izleyicisi olarak grafik algısına ve karakter yaratma yeteneğine hayran olduğum ressamın bambaşka bir yüzüyle tanıştım. Bilindik tablolarındaki o neşeli topluluklardan eser yoktu, daha karanlık silüetler geziniyordu resimlerde. Bütün bu karanlıklarına rağmen ışıkla oyuncu bir ilişki kurmuşlardı. Tuvallere yaklaşıp uzaklaştıkça, üstlerine düşen ışık değiştikçe başka başka katmanlar açılıyordu gözümün önünde. Öyle ki fırça darbelerinin yarattığı ‘‘mahlukatlar’’ her açı değişimiyle hareket ediyor, insanın algısına sıçrıyor, kendilerine uzun süre konaklayacakları yerler buluyorlardı hafızamda. Girişteki ekranda yayınlanan videodan öğrendiğim kadarıyla sergideki tabloları hayatının zor bir döneminde üretmiş Abaç. O zor zamanların hayaletleri, hiddetli tanrıçaları, ressamın kendi suretini kullanarak can verdiği gölge ikizleri benimkilerle tanıştılar, uzun zaman da misafir kalacaklar belli ki.
Neden bilinmez, ilk üç sergiye de çok kısa süre tanınmıştı. İlk ikisi iki hafta, üçüncüsü ise dört hafta açık kaldı. Belli ki çağın hızı, planlı programlı ajandası bu kadarcık zaman ayırabiliyordu bu sergilere. “Acâibü’l Mahlûkāt” ise iki aydan fazla sürdü. Bu sürelerin sanatçıların ustalığıyla, tanınırlığıyla bir bağlantısı var mutlaka ama peki ya harcadıkları emekle nasıl bir ilişki kurulabilir? Aslında, günün sonunda sanatçının sanatına ne kadar zaman, ne kadar emek harcadığının çok da bir önemi kalmıyor sanırım. Gündem ona ne kadar zaman ayırabiliyor, onu ne kadar görünür kılmayı seçiyor; cevaplar bu sorularda yatıyor. Yoksa eşit fırsat tanındığında sanat her türlü bir yolunu bulup size hikâyesini anlatıyor. Dinlersiniz, dinlemezsiniz ya da hikâye size uygundur, değildir; bunlar basit görecelik problemleri.