Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Yabancı Bir Göz üzerine

Bursa Nilüfer Belediyesi güncel sanatta etkin belediyelerden biri. 10 Nisan’a kadar sürecek sergiyi Kerem Ozan Bayraktar, Sinem Dişli, Burak Kabadayı ve Ilgın Seymen’den dinledik.

Burak Kabadayı, Delikler Kesikler, Yükselen Ağırlıklar/Boşluklar, 2022 (detay).

Bursa Nilüfer Belediyesi bir süredir güncel sanat alanında etkin bir şekilde faaliyet gösteriyor. Son üç yıldır Murat Alat’ın danışmanlık desteği verdiği etkinlikler, çalıştay, sergi, konuşma gibi çeşitli alanlarda gerçekleşiyor. İstanbul’da yaşayan sanatçılar Kerem Ozan Bayraktar, Sinem Dişli, Burak Kabadayı, Ilgın Seymen ve Elmas Deniz geçtiğimiz yılın Temmuz ayında ekoloji odaklı bir çalıştay için Misi’de bulunan Nilüfer Belediyesi Sanatevi’nde bir araya geldi. Çalıştay kapsamında sürdürdükleri araştırmaların sonucu olarak ise Nazım Hikmet Kültürevi’nde gerçekleşen sergide yer alan çalışmaları ürettiler. Bu çalıştay hem odaklandığı alan sebebiyle hem de sanatçıların yaşadıkları şehirden farklı bir yerde, oradan yola çıkarak yeni işler üretmelerine vesile olmasıyla önemli bir örnek teşkil ediyor. Bu kapsamda 4 Mart Cuma günü açılan Yabancı Bir Göz başlıklı sergi, Kerem Ozan Bayraktar, Sinem Dişli, Burak Kabadayı ve Ilgın Seymen’in işlerini bir araya getiriyor. 10 Nisan’a kadar devam eden sergideki üretimleri ve çalıştay sürecini serginin sanatçılarıyla konuştuk.

Kerem Ozan Bayraktar

Kerem Ozan Bayraktar, Strata, 2022.

Kerem, sergi kapsamında sunduğun Strata başlıklı çalışman Nilüfer’de çektiğin çöp yığını fotoğraflarının soyutlaması diyebileceğimiz baskılardan oluşuyor ve poster yığınları hareketli kaideler üzerinde gösteriliyor. Projenin araştırma sürecini detaylandırabilir misin?

Nilüfer’de birkaç kez geri dönüşüm tesislerini ziyaret ettim. O alanlarda çalışan çevrebilimci arkadaşlardan geri dönüşüm süreçlerine dair birçok şey öğrendim. Örneğin organize edilmesi en zor olanların sanayi değil bireysel atıklar olduğunu duyunca şaşırmıştım.

Tesislerdeki farklı malzeme yığınlarının büyük soyut kütleler, zaman zaman ise koridorlar, dört tarafı çevrili mekanlar oluşturması beni çok etkiledi. Şehrin farklı köşelerinden toplanan malzemelerin bir araya gelip bir tür asamblaj mimarisi yarattığını düşündüm. Bir de bu yapıların içinde birçok hatıra; olayların, kişisel eşyaların izleri var. Bu nedenle bu yığınların sıkıştırılmış veri yığınları olduğunu da söylemek mümkün. Atıkların oluşturduğu bu katmanlaşmayı, bellek olgusu ile düşünerek vektörel soyut illüstrasyonlar hazırladım. Bu grafikleri o kütleleri anımsatacak bir şekilde üst üste posterler şeklinde hareketli kaidelerin üzerinde sundum. Kaidelerin tekerlekleri, yerleştirmenin tıpkı yığınlar gibi davranan dinamik yapısına, farklı kombinasyonlar alabilme potansiyeline işaret ediyor. Ziyaretçiler posterleri alıp götürebiliyor. Ucuz kâğıtlara basılmış, oldukça renkli grafikler. Birçoğu üzerlerinde görülen kütlelere geri dönecek.

Son dönemdeki işlerinde değersiz nesneleri katmanlaştırarak yığınlar oluşturma pratiği dikkatimi çekiyor. Bu pratik popüler kültüre yakın duran bir estetikle beraber karşımıza çıkıyor. Bu bağlantıyla ilgili neler söyleyebilirsin?

Dünyaya hiyerarşik olmayan bir şekilde yaklaşmaya çalışıyorum. Sıradan olan, ya da bazı insanlar tarafından değersiz olarak görülen şeylerin de kendi varlık alanları, işaret ettikleri spesifik durumlar var. Sistem kenarlarında yaşayan asteroidler, ara bölgelerdeki otlar, toz parçaları, insanların kullanım dışı bıraktıkları nesneler, kaza ve üretim artıkları olan nesnelerle konuşmaya, onların ne tür çevreler oluşturduklarını hissetmeye çabalıyorum. 

Üniversite birinci sınıfta çöp tenekelerinin içine girip fotoğraflar çekerdim. Kenara atılmış, politik temsiliyet hakkı elinden alınmış, berbat bir eğitim sistemine, ataerkil yapılara, ağır ekonomik travmalara ve farklı sınıflar arasındaki bitmek bilmeyen mikro ve makro göç alanlarına sıkışmış sayısız insandan birisiydim. Sonraları bu materyal ve insan akışlarının benzerliklerini fark edip, altyapı ağlarını kavramaya, hareketin madde ve bilgi ile olan ilişkisini düşünmeye başladım: Yapay ve doğal sistemler akışları nasıl denetliyor, zaman ve mekânı nasıl organize ediyor, orada ne tür çatlaklar, kırılmalar, kazalar oluyor? Neler hortlayıp kültürün ve doğanın bambaşka alanlarında karşımıza çıkıyor? Denizler nasıl kusuyor, istilacılar hangi ekolojik ağlara sızıyor, lağımlar nasıl patlıyor, enformasyon nasıl kitlenip bilgiyi zehirlemeye başlıyor, kalplerimiz nasıl kriz geçiyor? Bu tür meselelere belirli sanatsal formları, stilleri ya da temaları benimseyerek yaklaşmak mümkün değil. Her tür örüntüye ve olaya, her kültüre ve tarihe mümkün olduğunca ön yargısız yaklaşmak gerekiyor.

Çalıştay kapsamında Nilüfer ekseninde bir araştırma yürütmek ve bu araştırmayı yeni bir üretime dönüştürmek senin için nasıl bir deneyimdi?

Başka bir şehre sık sık ziyaretler yapabilme fırsatı çok değerli. İstanbul’da bir iş yapıp oraya götürmekle aynı şey değil. Belediyede çalışanlar bu konuda çok misafirperver ve heyecanlıydı. Sırf etkinlik olsun diye sergi açmak yerine süreci desteklemek, sergiden öte çalıştay fikrine vurgu yapmak beni mutlu eden bir durum. Dilerim devamı gelir.

Sinem Dişli

Sinem Dişli, Bursa Aktopraklık, 2022.

Sinem, sergide yer alan projende arkeolojik alanlardan topladığın malzemelerle deneysel baskı teknikleri geliştiriyorsun. Sergilenen fotoğraflarda kullandığın teknikten bahsedebilir misin?

Mezopotamya’da başladığı düşünülen yerleşik hayatın batıya doğru hareketini Bursa’da yakın zamanda ortaya çıkan buluntular üzerinden ele alan bu çalışma ile mineralojik, arkeolojik ve jeolojik metotlardan ilham alarak tarihi nasıl kurguladığımızı sorguluyorum. Biyokimyacılar tarafından kimyasal maddeleri bileşenlerine ayırmak için kullanılan bir yöntemle, 19. yüzyıla ait bir fotoğraf tekniği olan tuz baskı yöntemini bir araya getiren seri, kalker, bazalt, obsidyen, kırmızı toprak ve volkanik toprak gibi çeşitli yerel oluşumların karmaşık doğasını görünür kılmayı amaçlıyor. Yerel taş-toprak örnekleri ile gümüş-nitrat karıştırılarak hazırlanan emülsiyon kâğıdın kenarlarına doğru nüfuz ederken içinde yer alan her pigment kendi dağılım hızına göre diğerlerinden ayrışır. Bu sayede izler elde ediliyor ve bu izler höyüklerin katmanlı yapısından zamansal çıkarımlar sağlama arayışında olan arkeolojik metotların aksine, jeolojik dönemleri farklı malzemelerin zamansallıkları aracılığıyla damıtarak doğanın içkin biçim alma arzusunu bir yüzey üzerinde kendiliğinden tespit ediyor.

Çalıştay kapsamında Nilüfer ekseninde bir araştırma yürütmek ve bu araştırmayı yeni bir üretime dönüştürmek senin için nasıl bir deneyimdi?

Bundan önce İstanbul’da bulunan Yarımburgaz mağarasını çalışıyordum, burası İstanbul’dan Urfa’ya bakmak, yeni bir perspektif kazanmak için iyi bir deneyim olmuştu. Neolitik dönemi bir süredir çalışıyorum, bu dönemin Bursa ile ilişkisini nasıl kurabileceğimi düşünürken Aktopraklık Höyüğü’nü çalışmaya karar verdim. Daha önce geliştirdiğim yaklaşımları bir sonraki adıma taşımak istiyordum. Yaptıklarımı derinleştirirken bir yandan da yeni metodolojiler kullanmaya çalıştım. Projenin başında Bursa’da daha uzun zaman geçirebileceğimizi düşünüyorduk, fakat hem pandemi hem de imkanların kısıtlılığı başta yaptığımız bazı planları gerçekleştirmemizi zorlaştırdı. Yepyeni bir üretim yapmak yerine son zamanlarda beni heyecanlandıran araştırmamı daha da derinleştirip, derinleştirirken bir yandan da yeni yöntemler denediğim bir yol izledim.

Arkeolog metodolojileri kullanarak ürettiğin çalışmanda süreci görünür kılan malzemeler de bir masada sergileniyor. Bu malzemelerle kurduğun ilişkiyi ve sergiye dahil etme sürecini biraz açabilir misin?

Aktopraklık Höyüğü’ne yaklaşımım daha önce Göbeklitepe’de yaptığım işin bir uzantısı gibi. Bu yüzden de orada pigment ayrımlarının devamını getirmeye çalıştım. Masada sergilenenler de tam olarak bu sürecin bir parçası, bu arayışın bir temsiliydi. Aslında temel olarak tarihi nasıl kurguladığımızdan yola çıktım. Yazıdan önceki döneme çok ilgi duyduğum için herhangi bir yazı, bir veri olmadan fen bilimlerini nasıl sosyal bilimlerin diline çeviriyoruz, sorusuna odaklandım. Yani bir karbon testinden, bir DNA testinden ya da bir taşın şeklinden biz nasıl hikâyeler yazıyoruz gibi sorularla yola çıkmıştım ve bunu yaparken de daha çok elle üretim yapmak istedim.

Son dönemde işlerim yarı deneysel bir yöne gidiyor. Aslında bilimsel bilgiyi de değiştirmeden şiirselleştirebilir miyim ve buradan yeni anlamlar, hisler çıkabilir mi diye düşünmüştüm. Arkeolojik alan da grid’lere ayrılıyor, bilimsel bilginin nasıl hikâyeye dönüştüğünü karelendirme yöntemini kullanarak yüzeye aktarmaya çalıştım. Negatifler alıp o bilgiyi yok etmeye çalıştım diyebilirim, daha az daha silik görüntüler elde edecek şekilde birtakım metodolojiler uyguladım. Önce topraktan elde ettiğim solüsyonu ve gümüş nitratı kâğıda sürüyor ve bunu yaklaşık 15 dakika UV ışığında bekletip sonra fotoğrafı sabitliyorum. Bunun için de yine laboratuvarlarda kullanılan kâğıtları, malzemeleri kullanıyorum.

Burak Kabadayı

Burak Kabadayı, Delikler Kesikler, Yükselen Ağırlıklar/Boşluklar, 2022.

Burak, sergide yer alan Delikler Kesikler, Yükselen Ağırlıklar/Boşluklar isimli çalışman, bölgede yapılan sondajlardan çıkan karotları, artık taşları kullanıyor. Bu malzemeleri kullanarak bir iş üretme fikri nasıl gelişti?

Bir süredir sert yapılı kristalleşmiş taşlar üzerine düşünüyorum. Mermer, granit gibi kuvvetli taşlarla, onların oluştuğu zamana işaret eden; şu anki sert ve sabit kütlelerinin bir zamanlar akışkan ve hareketli yüzeyler olduğunu gösteren dalgalanmalarla, onların içsel ritmiyle ilgileniyorum. Çalıştığım konulardan bir diğeri enerji ve hareket. Bursa’da Karayolları Müdürlüğü’nün onayıyla yürütülen sondaj çalışmaları olduğunu biliyordum. Sondaj hem fikir hem eylem olarak ilgilendiğim konuların kesişim noktası oldu.

Dünya yüzeyine delikler açmak için harcanan enerji, oradan çıkarılan numunelerin incelenmesi, saklanması ve sonrasında elden çıkarılması-atılması. Burada bir döngü ve tekrar tekrar yapılan işlemler var. Enerji konusunu ele alırken bir çalışmanın ortaya çıkması için gereken, harcanan enerjiyi de kapsayacak şekilde yaklaşıyorum. Bu anlamda çalıştay süresince üreteceğim işte şehrin bir yerinden çıkarılmış, hali hazırda birikmiş malzemeler kullanmak istedim.

Sondajın dikey bir süreç olmasına paralel olarak çalışman da tavandan asılarak dikey bir biçimde sergileniyor. Bu anlamda çalışmanın bedensel ve hareketi görünür kılan yanlarından biraz bahsedebilir misin?

Malzemenin genel yapısını incelemek, oluşum ve çıkış aşamasını irdelemek bu çalışmanın nasıl sergileneceğini de belirledi. Karotların şeklini korumak ve çıkış mekaniğine bağlı kalarak dik bir şekilde sergilemek istedim. Yüzeyden yer kabuğunun içine, 100-200 metre derinliğe, dik bir şekilde girerek kendi ekseni etrafında dönen elmas uçlu bir borunun içerisinden çıkarılıyor karotlar. Buna paralel olarak çalışma, sergi salonunda tavandan zemine uzanan bir yerleştirme olarak karşımıza çıkıyor. Yerin altından çıkarılan bu taşların bedenle nasıl ilişki kurduğunu düşünürken, yükseklik/derinlik ve mesafe algısına dair soruları fiziksel bir karşılaşma alanına dönüştürmek istedim. Çalışmayı, izleyicisini yanına davet eden ve hatta zıplamaya teşvik edecek bir biçimde tasarladım. Karot taşlarının kendi yüzeyindeki dalgalanmalar oluşum sırasındaki hareketlerin izini taşıyor, bunlar çok yavaş gerçekleşen hareketler. Biri diğerinin üstünde, altında, çevresinde, içinde hareket eden, form değiştiren farklı yoğunluklardaki akışkanlar. Bu sürecin sona erdiği nihai katılaşmanın son halini renk ve doku katmanları şeklinde görüyoruz. Taşlara iliştirdiğim zıplama paleti, zıplayan kişinin yüksekliğini ve vuruş şiddetini ölçeklendiriyor. Yükseğe zıplayıp çubuğa temas eden kişinin izini taşıyor, bir sonraki temasa kadar sabit kalıyor. Diğer yandan farklı bir dokunma deneyimine kapı açıyor ve bu deneyim ekstra efor harcamadan ulaşabileceğimiz alanın ötesinde gerçekleşiyor. Beden ve taş, hareketlerin sabit bir alanda duruşuna bakmak (ya da tam tersi), farklı zamansallıkları ve onlarla ilişkilenme biçimlerini ele alan bir diyalog oluşturuyor.

Çalıştay kapsamında Nilüfer ekseninde bir araştırma yürütmek ve bu araştırmayı yeni bir üretime dönüştürmek senin için nasıl bir deneyimdi?

Nilüfer’in kendi olanaklarından faydalanmak, doğrudan bir müdahalede bulunmadan devam eden süreçlere dahil olmak fikri çalışma yöntemini belirleyen unsurlardan biri oldu. Çalıştay sırasında yürütülmekte olan sondaj çalışmalarından biri, tünel yapımı için gerekli olan araştırmaların bir parçası olarak devam ediyordu. Tünel yapılmadan önce bu alandaki kayaçların yapısını, direncini ve elverişliliğini tahlil etmek için bu bölgeden karotlar toplanıyor ve çeşitli incelemelerden sonra bir süre muhafaza edilip elden çıkarılıyor. Ben de bu alanlara gidip sondaj sahasını inceledim ve işlemin gerçekleşmesini izledim, kaydettim. Herhangi bir kişi olarak, bu sürece eklemlenmek oldukça zor olurdu. Bu anlamda belediye ile çalışıyor olmak birçok konuda -kaynaklara ulaşma, çalışmaları inceleme, çıkarılan taşların kullanımı için gerekli belgeleri ve izinleri alma vb.- kolaylık sağladı. Belediye ile çalışıyor olmanın hızlandırdığı ve yavaşlattığı alanlar oluyor. Bir yandan, tüm bu bürokrasi ve sistem işin doğal olarak bir parçası haline geldi. Süreçleri kolaylaştıran ve/veya zorlayan yapıları kullanıyor olmak çalıştay süresince deneyimlediğim bir konu oldu. Bu vesile ile Nilüfer Belediyesi’nin güncel sanat etkinliklerine önayak olan ve beni bu çalıştaya davet eden Murat Alat’a teşekkür etmek isterim.

Ilgın Seymen

Ilgın Seymen, Zaman Zaman, 2021. Yabani Ot, 2021.
Her Dem Yeşil, 2021.
Duvarın Arkası Yaz / Duvarın Arkası Kış, 2021.
Yeni Cennet Koyu, 2021.

Ilgın, sergi kapsamında yer alan çalışman, toplumsal düzenin bir kurgusu olan zaman ile doğanın zamanını bir araya getiriyor. Projen bana saat, gün, hafta gibi kurgulardan bağımsız bir zaman algısının hayalini çağrıştırdı. Bu çalışma üzerinden zamanla kurduğun ilişkiyi biraz anlatabilir misin?

Ulya, çok güzel bir yorumla giriş yaptın, teşekkür ederim. Evet, şehir hayatında yaşamımı sürdürürken bağlı olduğum hızlı akan ve küçük parçalara bölünmüş bir toplumsal zaman kurgusu var. Şehir sisteminden çıkıp duyduğum seslerin sadece doğadan geldiği bir köye gittiğimde, ormanın içine daldığımda bu kurgu çöküveriyor ve dünyanın kütlesel ağırlığıyla yavaş yavaş ilerleyen, araziyle genişleyen dünyaya ait bir zaman akışının içinde buluyorum kendimi. Bu iki zaman akışı birbirleriyle uyuşmuyor ama benim öznel zaman deneyimim bu ikisine de uymuyor. Herkesin birbirinden farklı, gün içinde değişen içsel zaman akışları var. Sadece, dünyanın zaman akışı o kadar acelesiz ki bana kendi deneyimlerimi, hislerimi ve düşünce akışımı değerlendirebileceğim genişliği yaratıyor. Böyle bir zaman, zorunluluk olmadıkça çıkmak istemediğin rahat bir yatak gibi, yeni düşüncelerin yuvarlanıp olgunlaşabileceği zihinsel bir mekân açıyor.

Çalıştay süresince ziyaret ettiğimiz farklı alanlar dışında zamanımızın çoğunu Nilüfer’in Misi Köyü’nde bize verilen atölyelerde geçirdik. Atölyemin iki penceresi vardı, şehirden tanıdığım hiçbir ses yoktu. Pencereden sadece karşısındaki yeşillikler ve gökyüzü gözüküyordu. Gün içinde zamanın akışını ışığın değişiminden takip ettim. Sanırım 4. ya da 5. günde iki pencere arasına asılmış, tam karşımda duran (işimde kullandığımın aynısından) bir duvar saati olduğunu ve kendi kendine döndüğünü fark ettim. Öyle dalga geçtim ki o saatle, bir insan olsaydı çok gücenirdi. Dedim, sen saat burada kendi kendine dönüp duruyorsun, 3 olsan ne yazar, 3:15 olsan ne yazar? Birileri seni buraya asıp gitmiş, kendine terk edilmişsin, kimse yüzüne bakmıyor, seni gören bir ben varım, ben de seninle dalga geçiyorum. Bunun üzerine bu kurguyu başka bir kurguyla, doğanın sentetik taklidi olan plastik yeşilliklerle durdurarak işlevsizleştirmek istedim. Bu iki sentetik kurgu nesnesinin de materyali ömrü ortalama 300 yıl olarak plastik. Bu neşeyle beraber bu işin taşıdığı başka bir his daha var, hüzün. Zıtlıkların hep iç içe, beraber var olduklarını düşünüyorum. Bu işin içindeki zıtlık da kolum kalınlığındaki ağaç dallarına taktığım kol saatimin görselleri. İşin fonunu oluşturan fotoğraf Misi Köyü’nde içine daldığım ormandan oldukça yoğun bir görüntü. Bir tür bilgelik barındırdığını hissettiren, kendine has bir sükuneti, bir ağır başlılığı var. Beni içinde büyüdüğüm telaştan uzaklaştırıyor, derinleştiriyor ve hafifleştiriyor. Ama, beni de aranıza alın sizinle beraber burada bir ağaç gibi yaşamaya devam edeyim derken bile bu hislerin, bu rahatlığın belli bir süresi olduğunu biliyorum. Kolumdaki saat benim oraya ait olmadığımı, ağaç dalına taktığımda oranın bana ait olmadığını gösteriyor. Aynı toprak üstünde bambaşka, uyuşmaz hayatlar yaşıyoruz. Farklı zamanların varlıklarıyız. Bu hüzünlü bir deneyim. Ağacın umurunda bile değilim. Saatimi çıkartıp dalına taktığımda ağaçla dil üzerinden bir iletişim kurabiliyor olsaydım muhtemelen atölyemdeki duvar saatiyle dalga geçtiğim gibi benimle dalga geçerdi. Demez miydi, siz insanlar kendinizi kendinize terk etmişsiniz, kendi kendinize dönüp duruyorsunuz, dönüp durmak yerine durup düşünmenin zamanı gelmedi mi? İşte çalışmamın Zaman Zaman başlıklı bu bölümü doğal ve sentetik olanı, yani insan yapımı ve dünyaya ait olanı, zaman üzerinden düşünme ve görselleştirme süreci. Belki de kendi içsel zamanımızın akışını yakalayabilmek için zaman zaman bu zamanları umursamamak lazım.

Çalışmanın diğer bölümü çöp yığınlarını mercek altına alıyor. Bu konuya eğilmeni sağlayan araştırma sürecinden bahsedebilir misin?

Yaşadığım öznel deneyimleri ve toplumsal bağlantılarını anlamlandırabilmek ve aktarabilmek için, sadece kendi içimden düşündüğüm anlarda bile, dili kullanmam gerekiyor. Deneyimlere karşılık gelen isimleri bulmaya çalıştığımda bu isimler de sorgulanır hâle geliyor. Neye çöp denir, neye denmez? Ne doğal, ne sentetik, ne plastik? Bu kelimeler kendi başlarına iyi/kötü, yararlı/zararlı gibi değerler taşıyorlar mı? Plastiği materyal olarak kötü/zararlı olarak tanımladığımızı var sayalım. Beyin bağlantılarını düzenleme ya da bağlantılar kurma yetisine verilen isim beyin plastisitesi. Bu ise korumak istediğimiz bir şey. Nesnelerin de isimlerin de var oldukları sistemler içinde bu tarz değerler edindiğini düşünüyorum. Sistemleri sorgulamaya ve isimlerin değer karşılıklarıyla oynamaya başlıyorum. Çöp yığınlarını canlılığın izleri (trace) olarak değerlendiriyorum. Çöp dediğimiz şeyin karşılığı benim için ‘işsiz nesne’.

Çöpün tarihini plastiğin üretimiyle başlatabiliriz. Plastik kelimesi özünde, esnek ve kolay şekil alan anlamına geliyor. Materyal bazı, “birçok parçadan oluşan” anlamına gelen ve uzun molekül zincirlerinden oluşan polimerler. Polimerler doğada halihazırda mevcut. Mesela, bitkilerin hücre duvarını oluşturan selüloz doğal bir polimer. Son 150 yıl içinde insan sentetik polimer üretmeyi çözdü. Materyal bazı petrol ve fosil yakıt olan sentetik polimerler doğal olandan farklı olarak çok daha uzun molekül zincirlerine sahip. Plastiğin dayanıklı, hafif ve esnek olmasını sağlayan da bu yapısal özelliği. 

Çalışmamın bu bölümü sentetik ve doğal olanı, mekânsal bağlamda düşünmeye yeltendiğim dört farklı parçadan oluşuyor. Bunlar Bursa’daki gezintilerimde yaptığım kurguların ve karşılaştığım manzaraların fotoğrafları.

Biraz daha detaylandırmadan önce dil konusuna geri dönerek bir parantez açmak istiyorum. Deneyimleri bilimsel ve algısal olarak iki farklı alanda tanımlayabiliriz. Mesela, gıda tüketimini kalori bazlı tanımlayıp, protein, karbonhidrat gibi kelimeler kullanabiliriz ya da tatlı, ekşi, doyurucu gibi kelimeler kullanabiliriz. Mekânsal deneyimlerde de çevreyi materyal özellikleriyle ya da dağınık, pis, kullanışsız gibi algısal özelliklerle tanımlayabiliriz. Bana ikisi de yeterli gelmiyor. İkisinin arasında, ikisine de dokunan bir anlatım bulmanın peşindeyim. Ürettiğim görsellerin isimleri de bu çabanın bir parçası. Jean-Luc Nancy The Ground of the Image kitabında “İmge ve yazı: birbirleri için ok ve yay” der, buna katılıyorum ve işlerimi de bu şekilde kurguluyorum.

Bursa’daki gezintilerimde yanımda plastik yeşilliklerle dolaştım. Çöp yığınlarını mekâna alan görsellerden ilki Yabani Ot, canlılığın izlerini gördüğüm alanlara yabani otun plastik imitasyonunu yerleştirdiğim 5 kurgusal fotoğraftan oluşuyor. Yabani otun kendisi toprağa yabani değil, insan için yabani. Plastik imitasyonu insan için süs nesnesi, toprağa yabani. Her Dem Yeşil, geri dönüşüme girmek için toplanmış yeşil plastik şişelerden oluşan bir yığının aralarına yerleştirdiğim plastik yeşilliklerle oluşturduğum bir kurgunun fotoğrafı. Bu malzemelerin ikisi de yeşil, ikisi de plastik. Biri çöp, biri süs. Biri şu anki haliyle ‘işsiz’, diğerinin işi yakınlarda olmayan ‘doğa’nın taklidini yaparak mekânları ‘güzelleştirmek’. Duvarın Arkası Yaz / Duvarın Arkası Kış iki ayrı mevsimde caddenin iki yanında karşılıklı yer alan iki ayrı geri dönüşüm alanının içinden dışarıyı çektiğim iki fotoğraf. Doğa / dünya / yeryüzü çöp yığınlarının oluşturduğu duvarın arkasında. Hangi mevsimde olduğumuzu arkada tepesi gözüken ağacın yeşil yapraklı oluşundan ve kuru dallarından anlıyoruz. Evden çıkmadan önce havanın nasıl olduğunu görmek için pencereden dışarı bakmak gibi. Burası da büyük bir ev ve tam olarak kime ait olduğunu düşünüyorum. Sahiplenilmiş bir ev mi, işgal edilmiş bir ev mi? Ve durduğum noktada beni araziden, mevsimlerden ayıran şey, canlılığın izlerinden oluşan bir duvar.

Bu çalışmanın son parçası Yeni Cennet Koyu, yağmur sonrası Misi Köyü’nün yeşilliklerine daldığımda bir meyve toplayıcısının bahçesinde dağınık duran plastik kasaları ve viyolleri (meyvelerin kasalarda taşınırken ezilmemesi için kullanılan oluklu levhalar) gördüğümde manzarayı tekrar kurgulayarak oluşturduğum anlık bir yerleştirmenin görseli. Yolun bir yanından viyolleri alıp diğer yanındaki yeşilliklerin önüne dizerken bu malzemelerin sahibi olan meyve toplayıcısı evinden çıkıp bana onları kullandığını söylüyor. Ne yaptığımı anlamasa da malzemelerini almamamı ya da çöpe atmamamı istiyor.

Eskiden kasalar tahtadan, viyoller kâğıttan yapılırdı, şimdi hepsi plastik. Daha mı iyi, daha mı kötü? Ahşap kasalar plastiğe göre daha ağır, nakliyede daha çok benzin gerektiriyor ve kolay kırıldıkları için ömürleri daha kısa. Aynı şekilde plastik viyoller de hem hafif hem sudan etkilenmedikleri için defalarca tekrar tekrar kullanılıyor. Derdimiz sürdürülebilirlik ise maraz, plastiğin kendisinden değil bunun kültür içinde ‘kullan at’ olarak kodlanmış olmasından çıkıyor. İnsan etkisiyle değişen manzaranın doğal ve sentetik olanın karışımından oluştuğunu yeryüzünün her köşesinde görüyoruz. Plastik kullanmayı topyekün bıraksak çözüm olur mu? İç içe geçmiş kompleks sistemlere basit çözümler getirerek sorunları çözebiliyor muyuz? Plastikler burada ve bizimle beraber yaşıyor. Ortalama 300 yıllık ömürlerini yol kenarında yatarak ya da diğer canlılara ölümcül yem olarak mı, kullanıldıkları sistemler içinde kalarak mı geçirsinler? İşte çevreyi oluşturan materyalleri düşünürken aklımdan böyle düşünceler geçiyor.

Çalıştay kapsamında Nilüfer ekseninde bir araştırma yürütmek ve bu araştırmayı yeni bir üretime dönüştürmek senin için nasıl bir deneyimdi?

Araştırma sürecim deneyimlerimi tanımlama çabasıyla şekilleniyor, yani üretimin kendisi araştırma diyebilirim. Bir eylemsellik içinde gezinmek, gezindiğim yeri hissetmek, hissettiğimi düşünmek, düşündüğümü üretmek, deneyimin kendisi. Çevreyi oluşturan parçaların ve bağlarının bilimsel bilgisine okuyarak ya da bu bilgilere sahip olanlarla konuşarak ulaşmak da bu sürece dahil. Araştırma ve üretim sürecinin bütünlüğünü anlatmak için söze aktardığımda eylemlerim ister istemez çizgisel bir sıralamaya giriyorlar. Ama deneyimim aslında sıralı değil, karışık, parçalı ve bu eylemlerin iç içe geçtiği bir zaman-mekân yumağı içinde yuvarlanıyorum.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Yazarlarımızın telif ücretlerini karşılamak için başlattığımız Telif Kumbarası kampanyamızı okurlarımıza sunarız.

Eleştiri

Alman ressam, baskı sanatçısı ve heykeltıraş Baselitz’in eserlerini Akbank Sanat ve SSM’de bir araya getiren “Georg Baselitz: Son On Yıl” sergisi üzerine

Eleştiri

Defne Cemal'in 12 Ekim'e kadar The OG galeride görülebilecek ilk kişisel sergisi yarattığı atmosfer ve akışla günlük bilinç akışımızı kesintiye uğratıyor.

Söyleşi

İki boyutlu bir kesit gibi gözüken videoları, tiyatro sahnesini andıran yerleştirmeleri, zengin sanat pratiği ve alegorik anlatımlarıyla İnci Eviner'in son solo sergisi "Bir Adanın...