Dolu dizgin geçen 2000’lerden bugünlere, Türkiye’deki Onur yürüyüşlerinin ana hattını oluşturan İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru süzülmeden hemen önce aklıma bazı sorular takılıyor; güncel sanat yıllardır binbir emekle örülen LGBTİ+ hareketine görünürlük sağlayabilir mi? Bu görünürlük, bireysel aktivizm üzerinden yeni bir dile dönüşebilir mi? 2000’lerin ortasından itibaren bağımsız sanatçıların kıymetli eforuyla açılan Onur Haftası sergileri, bugünlerde üzerine sıklıkla kafa yorduğumuz kuir sanata yön verebilir mi? Büyük bir zaman dilimine yayılan bu zor soruların cevabını aramak üzere 2008’de Lambdaistanbul’un düzenlediği ve bir zamanlar Türkiye güncel sanatının önemli mekânlarından Hafriyat Karaköy’de gerçekleşen “Makul” sergisinin metnine[1] göz atıyorum. 2015- 2016 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun olurken lisans bitirme tezi olarak sunduğum, 1990 Sonrası LGBTİ+ Aktivizmi ve Sanat Pratiklerine Olan Yansıması isimli metnim de yazı boyunca bana eşlik ediyor. Sergiye dair belgeleri incelerken, Onur yürüyüşlerinin usulsüzce yasaklandığı, LGBTİ+’lara ait güvenli alanların giderek daraldığı, gökkuşağı renklerinin kriminalize edildiği günümüzde her bir kelime daha da anlamlı geliyor. 2000’lerin politik atmosferini de göz önünde bulundurarak sergi dokümanlarının içine dalıyorum.
Hafriyat Sergileri ve Tavizsiz 2000’ler
“Makul” sergisine baktığımda Murat Morova, Aykan Safoğlu, Erinç Seymen, İlhan Sayın ve Şafak Şule Kemancı’nın aralarında bulundukları günümüz kuir sanatını şekillendiren emekçi sanatçılar, katılımcılar arasında beni ilk karşılayan isimler oluyor. Resim, heykel, fotoğraf, video, performans ve yerleştirme gibi farklı disiplinlerde çalışan 30 sanatçı ve sanat kolektifinin katılımıyla gerçekleşen bu sergi, toplumsal cinsiyet ve heteroseksizm kavramları çerçevesinde LGBTİ+’ların kimlik politikaları, yaşam deneyimleri ile maruz kaldıkları baskılar ve bu baskılar karşısında geliştirdikleri direniş pratiklerini sanat yapıtlarıyla sorunsallaştırmayı hedefliyor.[2]
Cinsiyet, cinsel kimlik, sansür,otosansür, beden, aile ve militarizm gibi LGBTİ+ aktivizminin sıklıkla üzerinde durduğu ya da cebelleştiği kavramlar, eleştirel serginin odak noktasını oluşturuyor. 16. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın hummalı hazırlıkları sırasında açılan “Makul” sergisi, bugünden bakıldığında iki önemli vurguya sahip. İlki, atölyelerinde sessiz sedasız üretimler gerçekleştiren kuir sanatçıların kimilerini ilk kez sanat izleyicisiyle buluşturması, ikincisi ise makul olanın iki yüzlü toplum ve iktidar mekanizmaları tarafından nasıl şekillendirildiğini ve manipüle edildiğini göstermesi. Yine aynı şekilde serginin gerçekleştiği döneme bakmak, LGBTİ+ öznelere uygulanan baskı ve şiddetin günümüzde nasıl katlanarak devam ettiğini göstermesi bakımından oldukça önemli.
Yazıda bahsedeceğim bu listedeki isimlerden ilki, Onur Haftaları’na eşlikçi küratöryal proje ve sergiler gerçekleştiren Sınır/sız ekibinden sanatçı Şafak Şule Kemancı. Disiplinlerarası yaklaşıma sahip bir sanatçı olan Şafak Şule Kemancı, genel sanat pratiğinde insan, bitki ve hayvanlar arasında hiyerarşinin olmadığı, gücünü erotizmden alan bir kuir ekosistem kurgular. Eserlerini üretirken kullandığı birbirinden farklı özelliklere sahip yapay ve doğal malzemelerle çeşitlilikten beslenir. Kemancı, “Makul” sergisinde yer alan yerleştirmesi İsimsiz’de sergi mekânının bir köşesini duvar kâğıtlarıyla kaplar. İlk olarak mezuniyet projesi olarak kurguladığı ve 2000’lerin başından itibaren seriler halinde ürettiği bu Duvar Kâğıtları’nın hikâyesi ise İngiltere’deki LGBTİ+’ların karşılaştığı sosyal ayrımcılığa ve çeşitli yasaklara dayanır. İki kadının seviştiği tasvirlerden oluşan bu duvar kâğıdı serisi, son olarak Şafak Şule Kemancı’nın 2021’de gerçekleştirdiği ve yine Onur Haftası’na denk gelen ilk kişisel sergisi “bütün kuşlar benim bahçeme gelir”de Esra ve Özge ismiyle sergilenerek yeni bir bağlama oturur. Bu eser, Şafak Şule Kemancı’nın 20 yılı deviren tutarlı sanat pratiğini gözler önüne serer.
“Nerdeen Nereye”, sergisinden görünüm, 2015 “Nerdeen Nereye”, İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası sergisinden görünüm, 2016, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
2009 yılına geldiğimizde LGBTİ+’ların tarihteki ilk direnişi olan Stonewall’un 40. yılı sebebiyle Onur Haftası sergisi “Stonewall’un 40. Yılı Anısına: İsyan ve Onur” ismiyle yine Hafriyat Karaköy’de gerçekleşir. Lucca Donnini, Serdar Soydan, Sinan Göknur ve Voltrans Trans Erkek İnisiyatifi’nin katılımıyla gerçekleşen sergi, Türkiye’nin Stonewall’u olarak anılan Ülker Sokak’ı öne çıkaran üretimlerle direniş mekânlarının LGBTİ+ hareketi içindeki önemini sorgular. Hafriyat Karaköy’ün her iki katına yayılan fotoğraf ve video ağırlıklı üretimler, 40. yılını dolduran isyanın en önemli özelliğinin görünürlük olduğunu ve LGBTİ+ haklarının görünür olmadan elde edilemeyeceğini söyler. Sergi, 15 yıl önce açılmasına rağmen görünürlük gibi günümüzde de büyük bir mücadele alanı olan bir kavramın altını çizmesi bakımından güncelliğini koruyor.
Yasaklara Doğru Giderken: 2010’lar
2010 yılında SANATORIUM’un bir uzantısı olan Sanatorium Sivil Sanat İnisiyatifi Çağdaş Sanat Galerisi’nde açılan “Aile Salonu” isimli sergi ise uluslararası 10 sanatçının irdelediği aile kavramını odağına alır. Milen Nae’nin küratörlüğünü üstlendiği sergide, aile kavramının çekirdeğe sıkışmış sınırlı tanımına alternatifler sunma arzusu taşıyan sanatçılar, parçası olmak istediğimiz ailelerin yaratılış süreçlerine eserleriyle eleştiriler getirir.[3] 2012 yılına doğru Onur yürüyüşlerine katılımın artmasıyla LGBTİ+’lara yönelik şiddet ve baskı da doğru orantılı bir şekilde artar. Hal böyle olunca dönemin politik atmosferinden beslenen ve güncel sanatın ifade olanaklarını kullanan serginin ismi “Baskı, Haz, Beden” olarak belirlenir. 25 Haziran 2012’de Cezayir Salonu’nda açılan sergide sistemin LGBTİ+’lara yüklediği beden politikalarına başkaldıran ve bedeni ele geçirmeye yönelik sınırları sorgulayan eserlere yer verilir. 2014, 2015 ve 2016 yıllarında Onur Haftası sergileri “Nerdeen Nereye” adı altında açık çağrılarla şekillenir.
Fatih Özgüven, Taner Ceylan, Erinç Seymen, İlhan Sayın ve Gözde İlkin’in aralarında bulunduğu bu alana emek veren önemli yazar ve sanatçılar, sergilerin danışma kurullarında küratöryal bakış açılarıyla yer alır. Bu yıllarda, uzun zamandır kendilerine sergi mekânı bulamayan LGBTİ+ sanatçıların görünürlük ve görece bir özgürlük kazanmasında güncel sanatın kuir teoriyle yakından ilişkilenmeye başlamasının etkisi yadsınamayacak kadar büyüktür. “Türkiye’de olası bir kuir sanat tarihinden söz etmek mümkün mü?”, “Bir türlü yazılamayan, arşivlenmeyen, zapt edilemeyen, ikili cinsiyet sisteminden uzak bir tarih var olabilir mi?” ya da yazının başında değindiğim gibi “Onur Haftası sergileri, kuir sanatı şekillendirebilir mi?” gibi sorular dönüp durur. Yine o zamanlarda Kaos GL dergisi ile eserlerini paylaşan sanatçıları bir araya getiren, küratörlüğü Övül Durmuşoğlu’nun yardımcı küratörlüğünü ise Aylime Aslı Demir’in üstlendiği “Gelecek Queer” isimli sergi, kuiri güncel sanatın odağına taşımayı başarır. “Eğer queerlik başka bir geleceğin hayalini bugünde görebilmekse, o zaman daha başka bir gelecek için bugünü daha yaşanabilir olarak kurgulamak gerek” [4] söylemi ile açılan sergi, Türkiye’deki “olası” kuir sanata dair önemli noktalara işaret eder.
Bu yazı kapsamında üretimlerine değinmek istediğim bir diğer sanatçı ise 2014-2017 yılları arasında Onur Haftası sergilerine katılan ve Berlin’de yaşayıp üreten sanatçı Ceren Saner. Fotoğraf ve video temelli bir üretim pratiğine sahip olan Saner, otobiyografik olarak tanımlayabileceğimiz üretimlerinde kayıp, yas ve hafıza gibi kavramları kişisel bir yerden ele alır. Araştırma sürecinin bir parçası olarak bedenin varlığıyla ilgilenen sanatçı, kuir ve göçmen bir özne olarak kendi hikâyesine ve ilişkilendiği çevreye odaklanır. 2016’da Berlin’e göç ettiğinden beri Inside The Ring ismini verdiği bir fotoğraf serisi üzerinde çalışır. Berlin’deki gündelik hayatından özel anlar ve Berlin’in kuir kültüre dair imgelerini içeren, Inside The Ring serisi, 2020 yılında fotoğraf kitabına dönüşür. Fotoğraf ve video olarak vücut bulan seri, Saner’in Berlin’deki hayatının görsel bir güncesi ve duygusal haritası olarak görülebilir.[5] Berlin’i yüzük şeklinde çevreleyen Ring Bahn isimli tren rotasından referansla, bazen geride bırakmak bazen de kaydetmek istediği anları tek tek arşivlemeye başlar. Bu anlar, Berlin’in çevresinde ring yapan yorgun tren gibi Saner’in yeni bir coğrafyada kurmaya çalıştığı hayatını çevreler, sarar.
Sınır/sız Sergileri ve Günümüz
2017 yılında ise Coğrafya teması ile Galeri Bu’da 12 sanatçının katılımıyla gerçekleşen sergiyi görürüz. Seçici kurulunda Simge Burhanoğlu, Ekin Gören, Elif Öner, Nilbar Güreş ve Sinan Tuncay’ın bulunduğu sergi, politik olan bireysel, bireysel olan politik olduğu için etrafında sınır çizilmesi zor bir kavram olan coğrafyaya odaklanır. Sonraki yıllarda açılan ve Onur Haftası etkinliklerine dahil edilen sergiler, Ozan Ünlükoç, Metin Akdemir ve İlhan Sayın’dan oluşan Sınır/sız ekibinin kürasyonuyla ilerler. Türkiye’de yaşayan ve üreten kuir sanatçılara alan açma motivasyonundan beslenen Sınır/sız; sansür, yasak ve sınırlara karşı farklı bir dünya arzusuna dikkat çekmeye ve dilin sınırlarını genişletmeye odaklanır.[6] İlk iki edisyonu karma sergi formatında gerçekleştikten sonra Şafak Şule Kemancı’nın “bütün kuşlar benim bahçeme gelir” ve Zeynep Gönen’in “Tanıdık/Tuhaf” isimli ilk kişisel sergilerini düzenler. Onur Haftası etkinliklerinin yasaklandığı, süresiz olarak askıya alındığı pandemi dönemine denk gelen bu sergiler, çevrimiçi etkinlikler ve sergi turlarıyla görünürlük kazanır. Sergilere eşlik eden konuşmalar, aktivist sanatçıların ifade özgürlüklerinin kısıtlandığı, LGBTİ+ öznelerin güvenli alanlarının daraldığı günümüzde motivasyon yaratmayı amaçlar. Her şeyden önemlisi de izleyiciyi sanat odaklı bir kolektivite üzerine düşünmeye davet eder. Elbette binbir emek ve zorlukla örülen 15 yıllık bir külliyatı tek bir yazıya sığdırmak imkânsız. Bu yazı kapsamında değinemediğim, direniş yöntemini sanat pratiği üzerinden şekillendiren pek çok sanatçı ve aktivist var. Yine aynı şekilde bu sergileri mümkün kılan ve desteğini asla esirgemeyen galeri, dernek, bağımsız inisiyatif ve sayısız kurum var.
İşin en güzel yanı da bunlar sadece İstanbul’la sınırlı değil. Son yıllarda Onur Haftası sergileri tüm yasaklara rağmen Antalya’dan Mersin’e, İzmir’den Balıkesir’e Türkiye’nin pek çok ilinde gönüllü kişiler tarafından düzenlendi. Daha önce sergilere katılmamış sanatçılara görünürlük sağlayan merkez dışı sergiler, film gösterimleri ve atölyelerle etki alanını genişletmeye devam etti. Gün geçtikte genişleyen, dayanışmanın esas olduğu bu etki alanı, ne yazık ki yasak ve kısıtlamaları da beraberinde getirdi. Valilik tarafından “toplumsal tereddüt oluşturan grup” olarak lanse edilen LGBTİ+’ların İstiklal Caddesi’ndeki yürüyüş ve etkinliklerine kati surette izin verilmez oldu. Bir zamanlar herkesi kucaklayan, kapsayan ve asla geri çevirmeyen Beyoğlu’nun meydanları polis barikatlarıyla çevrelendi. Bu usulsüz kısıtlamalar, OHAL’den sokağa çıkma yasaklarına kadar uzayıp gitti. Fakat ardı arkası kesilmeyen zorluklar, her daim baskıyı direnişe çeviren, meydanlar kuşatıldığında ara sokaklara dağılan, hüznü gullüme[7] çeviren LGBTİ+’lar için bir engel teşkil etmedi. Aksine bu engeller, güncel sanatın dinamik yapısından beslenen ve farklı mecralara yayılan yeni direniş pratiklerini doğurdu. Aktivizmi kendilerine yoldaş bilen sanatçılar, içinde yaşadığımız coğrafyanın çetrefilli yollarında umut ve heyecanla durmadan yeni diller önerdi. Bugün göğsümüzü gere gere söylediğimiz, gün geçtikçe dallanıp budaklanan Türkiye sınırlarındaki kuir sanat da bu dillerin birlikteliğinden ortaya çıktı. Binbir türlü imkânsızlığın içinde, 80’lerden bugüne sistematik bir şekilde uygulanan baskılardan doğdu. Bu coğrafyada ileriyi görmek, geleceğe dair tahminlerde bulunmak bugünlerde hiç olmadığı kadar zor. Fakat her şeye rağmen yine de umut var. Tüm çatlaklardan sızıp kaldırımlara taştığımız gibi, kuir sanat da ataerkil düşüncenin içine sızıp tarih yazımını yeniden şekillendirecek. Kendini ikili cinsiyet sisteminden uzak bir ihtimale konumlandırma yolunu bıkmadan, usanmadan aramaya ve kuir bir gelecek için bugünü daha yaşanabilir kılmaya devam edecek.
* “Öyle sınırsız öyle derin öyle çok”, Sezen Aksu’nun yazdığı ve Uzay Heparı’nın düzenlediği, Levent Yüksel’in “Medcezir” (1993) albümünde yer alan Yeter Ki Onursuz Olmasın Aşk şarkısının nakaratından bir cümle. Bu şarkı Onur Haftası yürüyüşlerinde hep bir ağızdan söylenirdi. Aşkın sınırsızlığına bir övgü olarak okunabilecek şarkı zamanla LGBTİ+ hareketi ile özdeşleşti. Son olarak Onur Haftası 2020’de pandemi nedeniyle çevrimiçi etkinliklerle kutlanırken sanatçı Nigella Dreams, Pembe Hayat Derneği işbirliğiyle şarkının yeni bir versiyonunu yayımladı.
Notlar
[1] “Makul” sergisi kapsamında yayımlanan metinlere lambdahafriyatta.blogspot. com bağlantısı üzerinden çevrimiçi olarak ulaşılabilir.
[2] “Makul” Sergi Bülteni, 04 Mayıs 2008.
[3] “Baskı, Haz, Beden” Sergi Bülteni, 25 Haziran 2012.
[4] Kaos GL’den İstanbul’da sergi: “Gelecek Queer”, Sergi Bülteni, 15 Aralık 2015.
[5] “Bir Duygular Arşivi”, Artfulliving, Nazlı Yıldırım, 23 Mart 2022.
[6] “Sınır/sız” Sergi Bülteni, 25 Haziran 2018.
[7] Lubunca bir kelime olan gullüm; eğlence, gırgır, şamata anlamına gelir.
Bu yazı, Sanat Dünyamız dergisinin Mayıs – Haziran 2023 tarihli 194. sayısında yayınlanmıştır.