Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Var olduğumuzu nasıl ispatlarız?

Özlem Günyol ve Mustafa Kunt’un “Yukarı Düşenler” sergisi üzerine Fisun Yalçınkaya’nın izlenimleri…

Saat, alüminyum üzerine ıslak boyama, yansıma önleyici cam, elektrikli saat mekanizması, Ø 104 cm (h_ 23 cm), 2024

Hayatını şehirde geçirmiş hemen herkes gibi ben de ıssız sokaklar yerine kalabalık caddeleri, hışır hışır ağaçların altı yerine korna sesleri arasında trafiği, tenha bir parktaki bank yerine akın akın kalabalıklarla bindiğim metrodaki boş koltuğu güvenli bulurum. Bu öyle şaşılacak bir şey değil tabii ama ara sokakların güvensizliğinin başka sevimli sembolleri de yıktığını gösteriyor. Tabii mutlaka ben de yorulur, sıkılırım bu tantanadan; gürültüye öfkelenmek gündelik bir düşünce sporu, yaşaması zor bir şehirdeyiz, bazen yürümek bile mücadele istiyor. Ama Instagram terapistlerinin ağzıyla söyleyecek olursam -belki alışkın olduğumuz travmayı arayıp ona bağlandığımız için- bana göre huzur ve güven, yorucu da olsa şehrin kalabalığına karışmaktır.

Sadece alelade bir kalabalık da değil tabii bu her zaman. Şimdi artık sıkça eylem gördüğümüz günleri neredeyse unuttuk, ama geçenlerde bir toplantıda hatırladığım üzere bundan 15 yıl önce festival zamanlarında Galatasaray Lisesi’nin önünden geçerken bir basın açıklamasına, bir toplanmaya, eyleme rastlamamız olasıydı. Katılıp, alkışlayıp sonra filme girmek üzere yola devam etmek de. Hâlâ kalabalıklarla sokakta olduğumuzda, o bildik sloganımız bunu söylüyor: Umutsuzluğa kapılırsan, hatırla.

OTOPORTRE (Çamlıca), 335 x 350 cm, 2024

(Biraz soyutlayarak, formu eğip bükerek hayal edersek İstanbul’un o kalabalık sokaklarının yokuşlu halinin kendisi bir göç hareketinin paralelinde. Gözünüzü kapatıp bir kaydırağı düşünün, onu İstanbul yokuşu yerine koyun, inip çıkan siz ve göçmen arkadaşlarınız olsun mesela… Böyle basit kavramsal bir egzersiz önerdiğim. Çünkü en azından son 15 senede, gelenler gidenler, burada kalmanın kendisi, hep birlikte oturduğumuz masalardaki sohbetlerin ana konularından oldu. Yokuşlar, âşıkların sohbetleriyle aşarken zamanı unuttukları o romana değil, bitmeyen göçlere çağrışım yapıyor bende artık.)

Pratiklerinde hareket üzerine düşünmenin yollarını gösteren ve sistemlerin, kurumsal yapıların eleştirilerini açan Özlem Günyol ve Mustafa Kunt ikilisinin Dirimart Dolapdere’de gerçekleşen sergisi “Yukarı Düşenler”e sistemler karşısında varlığını ispatlamaya çalışmanın ne demek olduğunu ve bu kalabalıkların nasıl idare edildiğini, hangi hiyerarşi katmanlarının kalabalıkların içinde nasıl hareket ettiğimizi belirlediğini düşünerek girdim. Hareket bize ne söyler, hareket etmenin çağrışımları nelerdir, kalabalıkların hareketleri varlığımıza dair nasıl ispatlar sunar, bizler varlığımızı nasıl ispatlayabiliriz, sorularıyla… Sergi, insan unsurunu arka plana iten ve güç sahiplerini öne alan bir hiyerarşik yapının temsillerini kırmaya odaklanıyordu temelde. Bu sergi için üretilen dört yeni eserle birlikte toplam yedi eser, birbiriyle bir denge içinde sunuluyordu. Bir dizi nesne tekrar tekrar ele alınarak bir bütüne dönüşüyordu. Kamusal alan anıtları, halılar, merdivenler ve yüksek yapılar… İzleyici, hem serginin dışında bıraktığı hayatında tüm bunlar arasında bir oyuncu olduğunu fark ederek sergiye eklemleniyor hem de serginin içinde yeniden bu oyunu güç dengeleri değişmiş haliyle oynamaya davet ediliyordu.  

Serginin adı, yani “Yukarı Düşenler” başlığının kendisi, bizi kuşatan yapıları akla getiriyordu. Bu yapılarda güven duyamamaya dair hislerim, ikili değil çoklu yüzleriyle bizi saran şehir, kırsal, burası ve başka yerler üzerine düşüncelerim gibi, dağınık ama tetikte. “Düşme”nin “denk gelme/denk düşme/uygun olma” anlamı çok güzel bir kelime oyunu bence. Birileri denk geldi yukarı düşüverdiler işte, birileri yukarı denk geldiler. Denk gelmek ama tesadüf anlamında değil yerleşmek, oturmak, çöreklenmek gibi? Ya da fazla mı kolay oldu anlam akışı? Dahası mizahla söylenebilecek bir hakikat artık herhalde. “Yukarı” ve “düşmenin” zıtlığıyla oyun, o anlamı yerinden sarsma da tesadüfi mi? Haydi biz öyleymiş meğerse diyelim şimdi.

Yolunu da mizahla çizen bu sergi beni -açıkçası sergi metni zannederek- aldığım bir yönergeler dizisi menüsüyle karşılamıştı. Daha sonra sergi salonunda yerde halı üzerine yazılı olarak göreceğim bu yönerge kartı Heykel İçin İhtimaller I-XVI isimli eserin parçasıydı. Kartın üzerinde de bazı duruşlar yazılı olarak tarif ediliyordu:

Topuklarını birbirine yaklaştırarak ayakta dur ve omuzlarını doğrult.

Biraz sağa bakarak uzaklara dalar gibi yap.

Sağ eline bir nesne al. Ayakların ayrık olacak şekilde ayakta dur.

Her iki kolunu da havaya kaldır ve yüzünü hafifçe gökyüzüne doğrult.

Hemen bir iki tanesini okumak (ve tabii somatik farkındalığı benim gibi eksik biriyseniz utanmadan galerinin ortasında yapmaya çalışmak) yetiyordu: Anıt heykellerin figür parçalarına dönüşmüştüm bu yönergeleri yerine getirerek. Sergi için hazırlanan metinde belirtildiği gibi bu geçici bir dönüşmeydi elbette sadece, az sonra değişecek ve anıt heykeller gibi kalıcı olmayacaktık. Anıt heykellerle hesaplaşmanın kendisi sanat tarihinde bir konuya dönüştü ve sayısız eser bu işe soyundu son yıllarda. Özellikle Batı merkezli dekolonyalizm tartışmaları bağlamında. Bu eser ise, bana bu konuya işaret eden, anıtlara sarılan bir çocuğun halini aktaran Gülsün Karamustafa’nın Anıt ve Çocuk (2010) yapıtını hatırlattı. Belki bizi de çocuksu hareketler yapmaya çağırdığı içindir. Başta anlattığım o kalabalık, hareketli şehrin içinde alışkın olduğumuz gibi koşturmaya değil durmaya çağırıyordu “Yukarı Düşenler”. Bütün o huzur ve güven duyduğum “maske takmadan aman binme çocuğum” uyarılarıyla metrolar, durma yeriydi belki bir yandan. Haldır haldır gitmiyorduk her zaman, bazen duruyorduk.

Bu duruşumuzu daha da sabitleyense serginin bittiği yerdeki duvarda görünen genişçe videoydu. Bir otogar, bir çarşı meydanı, bir sahil kenarı gibi şehirden belli yerleri gösteren bu filmi izlerken bizler artık sadece heykel olup donmuş değil bir de yukardan bakanlar olmuştuk. Şehir Manzaraları isimli bu video çalışmasının, “İstanbul’da, tarihi mekânları ve manzaraları nedeniyle günde binlerce kez fotoğraflanan ya da filme çekilen on iki anıtın gözünden şehrin çeşitli yerlerinin manzaraları” olduğunu sergi metninden öğrendim. Bu on iki mekânı birer karakter, birer kahraman, birer heykeli yapılmış varlık olarak izlediğimizi anlamaksa metinsiz de hiç zor olmadı. Serginin bu anlamda biraz kulak veren izleyiciyle iletişimi oldukça akıcıydı diyebilirim. Metne ihtiyaç duyulmadan da derdini aktaran bir yapısı vardı.

Büyüklük, uzaklık, yakınlık, hareket ve durmak kavramlarıyla, fizikle ve elbette fiziğin en şahane konusu güçle oynuyordu “Yukarı Düşenler”. Dolaşıp durduğumuz şehirde heykel olmaya davetimiz, ortaya yayılmış fakat yukarıda olması gerekirken tanrısal zamana vurgu yaparak yere yerleşmiş kocaman bir saatle kesiliyordu. Saat isimli bu eser saatin yönünü, rakamları ve çizgilerini elinden almış onu çaresiz bırakmıştı. Aslında bu çaresizlik saati, daha kapsayıcı bir zamana, zamanın bütünlüğüne de işaret etmeye davet ediyordu. Belki tüm kimlik politikalarına sıkışmış benliklerimizi arındırsak, onlara ihtiyaç duymayacağımız imkânsız ve biraz da distopik bir evrende olabilecek gibi, insanın imkânsız zamanıyla zamanın imkânsızlığı çakışıyordu. Zaman algısının önünü kesen bu yaklaşım, bulanıklığı ve muğlaklığı çağırıyordu. Meydanlarda yüksek kulelerde görmeye alışık olduğumuz saat, bu kez yerde kalarak bakışımızı alışkın olduğu akıştan kesintiye uğratmayı başarıyordu.

Tüm bunlar varoluş imkânları ve varoluşun ispatları arasında yeniden gezinmeye çağırıyordu bizi aynı zamanda. Tarihin yazılışına kimin karar verdiği de varoluşumuzu ispatlama şansımızı belirler çünkü.

Peki bu modernizmin ve şehrin, zamanın içinde bir türlü kendine bir yer bulamamış, biri nasıl kurtulur yükseklerden? Aşağı inmesi ya da düştüğü bu delikten çıkması nasıl mümkün olur? Sergi buna yanıtını sağ duvardaki dağ tırmanışı antrenmanlarında kullanılan ama heykelsi parçacıklardan oluşan eserle veriyordu. Serbest Tırmanış adlı bu performans yerleştirmesi, sanatçı ikilisinin “Frankfurt, İstanbul ve Çanakkale’deki birçok anıtın kaide ve heykellerin elle ulaşılabilen bölümlerinden kalıplar alarak onların replikalarını oluşturdukları bir tırmanma duvarı projesi”. Yapıtın çıkış noktası ise özellikle kutlama ve protestolarda birçok insanın buralara tırmanma isteği. Bu kez durma- kesme- taşlaşma eylemlerine dev bir hareket eklemleniyordu böylece: Yukarı çıkma arzusuyla tırmanma.

“Yukarı Düşenler” sergisinden görünüm, Fotoğraf: Nazlı Erdemirel

Ama ben başka bir yerden daha bakmak istiyorum bu heykele: Bir süredir ikili cinsiyet normları dışı yapıları düşünürken modernizmin dışındaki toplumlara bakan araştırmalara ilgi duyuyorum. Bu araştırmalar elbette kolonyalist çalışmalarla çokça kesişme içinde. Bu da beni ileri değil geri gitmeye oradan başka bir sapma bulmaya çağırıyor. İşte tıpkı bu geri gidiş ve sapmalar gibi belki parça parça olmuş bu modernizmden kaçmamız da onun kırık dökük heykel parçalarına tutunarak aşağı inmekten geçer. Belki fazla yüksekteyizdir, geri giderek bir yeni yol buluruz.

Güvenli ve güvensiz alan meselesinde ara sokakları anarken aklımdan çıkmayan Bornova Sokak’ta yaşanan şiddet vardı. O aralığa o bakışa döndürüp durdu beni varlığımız, hiyerarşiler ve bir araya gelinmesi engellenen başka sokaklar. Geri gitmeye, sapmaya, bakışın yönünü kesip çevirmeye çağrı bu yüzden geldi belki de.

Bu arzuları ve kısıtlamaları, döngü içinde olduğumuz yerde kalmaya iten bir başka eserden bahsetmek istiyorum: Yerden Yukarıda, Gökten Aşağıda, “her biri farklı bir şehrin kamusal alan heykellerine ait kaide yüksekliklerine işaret eden sabit çıkış merdiveninden” oluşuyordu. Tek tek bir karakteri, bir kahramanı, bir heykeli yapılasıyı taşıyan bu kaideler birleşip de merdiven olursa bizi nereye çıkarır? Kim olduğumuza bu yolda nasıl karar veririz?

Ne Yukarı Ne Aşağı, polyester üzerine boya, 262×225 cm, 2023

Hiyerarşilerle oynayan bu sergi, 1990’lı yıllarda ve 2000’lerde Türkiye güncel sanatında görmeye daha alışkın olduğumuz iktidar yapılarını doğrudan işaret eden pratiklerle konuşuyor ister istemez. Ancak buna odaklı güncel sanat eserlerinin git gide yerini kaybettiği, belki aciliyetli başka meseleler ya da aciliyetli bireysel varoluşlara yer bıraktığı genel bir yorumum, ama mutlaka başka yazının konusu.

Özlem Günyol ve Mustafa Kunt’un 2023’te Almanya’da Baden Baden’de Misal Adnan Yıldız’ın küratörlüğündeki “Auditions for an Unwritten Opera” sergisinde gördüğüm eseri belki bu anlatıya katkı sunabilir. Mutlu Çerkez’in çalışmaları etrafında gezinen bu sergide Gezi Parkı’nın onuncu yılında yeniden ele alınan iki işi gösterilmişti ikilinin. Sezen Tonguz’la işbirliğiyle gerçekleştirdikleri bu işler, bu kez yazının başında bahsettiğim umutsuzluğa kapıldığımızda hatırladığımız o kalabalığın hareketlerini taklit ederek yine kamusal alana dair algıyı kırmaya soyunuyordu. Bir dansçı eylemlerdeki hareketleri nasıl taklit edebilir ve bu bakışı nasıl kırar, sorularıyla ilerliyordu.

Bir diğer anmak istediğim işleriyse, Yapı Kredi Kültür Sanat’ta 2021-2022’de açılan Kevser Güler küratörlüğündeki “Burası” sergisinden. Sergi için ürettikleri birken iki adlı yerleştirme yine izleyiciyi hareket etmeye davet ediyordu. Kuzey Ormanları’ndaki projelerde yaşam alanları zedelenen 28 bitkiyi mühür olarak çizip izleyiciyi de bu mührü basmaya çağırdılar. Söyleyerek de anlaşılıyor tabii ama yine somatik bağlarınız o kadar güçlü değilse yapmak da gerekiyor tam anlamak için. Mühür basa basa bu bitkilerin hangi zararları gördüğünü neden bu zararları gördüğünü ve şimdi bu baskı halleriyle nasıl şehre yeniden yayılacaklarını düşünüyordunuz.

Hayatını şehirde geçirmiş hemen hemen herkes gibi, ben de ilk bulduğum fırsatta doğaya kaçmaya çalışırım, fakat o sakinlikte ancak minnettar bir misafir olabileceğimi, günü gelince karmaşama döneceğimi de iyi bilirim. Göçün, şehirde ya da kırsalda olmanın, doğaya kaçmanın dahi sınıfsallığı, ülkenin neresinde olduğunun keskin belirleyiciliği, travma tekrarıyla gelen o huzursuz huzurun, ezelden beri ne kadar tedirgin bir incecik ipe bağlı olduğunu da söylüyor.

Geçtiğimiz gün arıların seveceği çiçeklerin tohumlarını saksıya ekmeye niyetlendim. Temiz toprakla hazırladığım saksıda beni davetsiz biri karşıladı: Boş vaktimde tohumları ekmem beklenirken, bir yabani, istilacı ot bitivermiş. İstediğim tohumların arıların seveceği çiçekleri açmaları için önce onu koparmam gerekti, kökleri sıkı sıkıya bağlı bu ne idüğü belirsiz güçlü yeşili söktüm. Doğada bir saksıya sıkışmış minnettar misafirliğim bu güç gösterisiyle bir kez daha sona erdi, kendim için de yeşil için de. Hemen hemen herkesinki gibi.

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

10: SOYUTLAMALAR, İMALAR, MÜTALAALAR sergisi, X kuşağı ve pesimist gelecek tahayyülleri üzerine

Söyleşi

Ebru Duruman’la Dirimart Pera’da görülebilecek, İstanbul’daki ilk galeri sergisi olma özelliği de taşıyan “Akışkan Arzu” sergisi üzerine konuştuk.

Söyleşi

Dirimart Dolapdere'de gerçekleşen "Paradise on Sale" sergisini :mentalKLİNİK sanatçı ikilisiyle konuştuk.

Eleştiri

Sanatçı ikilisi :mentalKLINIK’in uzun yıllar sonra İstanbul'da açılan ilk sergileri PARADISE ON SALE hakikat-sonrası çağda bir parti daveti