Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

Farkı tanımak: Engelli hakları hareketi ve güncel sanat

3 Aralık Dünya Engelliler Günü vesilesiyle engelli hakları aktivizminin güncel sanattaki kesişimlerini, dünyadan erişilebilirlik ve dayanışma pratikleri ile Türkiye’deki örnekleri bir araya getirdik.

Lorenza Böttner ve Johannes Koch, İsimsiz, (1983)

Kültürde, bir aradalıkta ve bir topluluk yaratmada engelli hakları savunucuları bir süredir yavaş ama oldukça emin bir şekilde gelişme kaydediyor. Farklılıklar karşısındaki ayrımcılıkla mücadele etme ve erişilebilirliği savunma süreçleri genelde yapılması gereken birtakım düzenlemeler ekseninde ilerliyor gibi görünüyor olsa da, engellilik aktivizmi daha geniş bir perspektiften bakıldığında özellikle son yıllarda git gide daha da politikleşen bir biçimde sosyal, kültürel ve sanatsal çalışmalarla bir arada kendi gündemini belirliyor. Aktivistlerin ve sanatçıların ufuk açıcı katkıları sosyal, politik ve ekonomik adaleti amaçlayan bir teori ve politika hayal etmek ve yaratmak için engellilik çalışmalarının önemli bir alan olduğunu ortaya koyuyor. Diğer tüm dinamik ve canlı alanlar gibi, engellilik çalışmalarının kendisi de birçok tartışmanın aynı anda yürüdüğü bir alan sunuyor. Bu tartışmaların neticesinde ise engellilik çalışmaları ile feminist, queer, ulusötesi ve sömürgecilik karşıtı yaklaşımlar arasında kesişimsel bir zemin oluşturmaya başlıyor. Bu nedenledir ki engellilik teorisyenleri uzun zamandır ırk, toplumsal cinsiyet, cinsellik ve engellilikle ilgili sosyal normların birbirini birlikte inşa ettiği noktasında hemfikir.

Bu yazının konusu olan güncel sanatta engellilikle ilgili üretim yapan sanatçılara ve yarattıklarına gelirsek, yalnızca norm dışı varoluşa dair radikal, cesur, sorgulayan ve sorgulatan bir anlayış ve söylem geliştirmekle kalınmadığını aynı zamanda yaşantılarımız üzerinden eleştirel bir yaklaşımla beden politikası ve yaşam pratiklerimize dair kapsamlı bir bakış açısı sunulduğunu da söylemek mümkün. Bu bağlamda yazının devamında kendi bedensel deneyimleri ve karşılaştıkları normlar üzerinden üretim yapan sanatçıların işlerine ek olarak erişilebilirlik politikaları ve algılarına, güncel sanatta engellilik kavramı üzerinden temsiliyet ve dayanışma dinamiklerine de yer vermeyi amaçladık.

Erişilebilir mi her şey?

Engellilik aktivizmi denilince akla ilk gelen meselelerden biri olan erişilebilirliği, bir olgu olarak yalnızca fiziksel anlamda ele almaktan kaçınmak ya da beden-zihin engeline yönelik birtakım düzenlemeler ve iyileştirmelerden ibaretmiş gibi görmemek gerek. Erişilebilirlik olgusunu sosyal, politik ve ekonomik yönüyle de ele alarak sürekli ve bütünsel bir sorgulayıcı süreç olarak bakmak gerektiği aşikâr. Her ne kadar erişilebilirlik, köklerini engellilik aktivizmi içerisinden almış bir kavram olarak karşımıza çıkıyor olsa da en temel anlamıyla, herhangi bir insanın içinde bulunduğu ortamda ana akım beden ve davranış kurgusu üzerinden şekillendirilmesiyle doğrudan ilgilidir. Nasıl görünmemiz, hareket etmemiz ve hissetmemiz gerektiği konusundaki normlar ile ırk, sınıf, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi olgular da dahil olmak üzere egemenin çıkarları üzerinden belirlenen her şey gibi erişim de sadece engelliler için bir aktivizm alanı olmaktan ziyade ortak bir meseleye dönüşüyor.

Güncel sanatta erişim konusunun nasıl ele alındığına bakacak olursak, bedenler ve zihinler üzerinden yapısal erişim algısı, sosyal hayattan dışlanma ve sosyal normların altında yatan önyargılar gibi konuları ele alan güncel sanatçıların bazı işlerine yakından bakmak yararlı olabilir. 

Bu bağlamda New York’ta yaşayan ve heykel, enstalasyon, metin ve ses alanlarında işler üreten sanatçı Park McArthur’un son yıllardaki Ramps (Rampalar) ve Projects 195 (Projeler 195) isimli iki sergisinin oldukça ses getirdiği söylenebilir. Sanatçı, ilk olarak 2014 yılında New York’ta gerçekleştirdiği Ramps isimli solo sergisiyle geniş çapta dikkat çekmeyi başarmıştı. Sergide, 2010-2013 yılları arasında çeşitli sanat kurumlarınca McArthur’un bizzat kendi isteği üzerine satın alınan 20 adet derme çatma rampa sergilenmişti. New York’a yeni taşındığı yıllarda birçok kuruma erişimde çeşitli sıkıntılar yaşayan sanatçı, o dönemde öncelikle sanat kurumlarından başlayarak mevcut rampa erişimleri hakkında bilgi almak için çeşitli sanat organizasyonlarını arıyor ve hiçbirinde böyle bir düzenleme olmadığını öğreniyor. Sonrasında ise kendisinin isteği üzerine bu kurumlara rampalar inşa ediliyor. Sergi kapsamında New York’un galeriler, rezidanslar, stüdyolar gibi sanat organizasyonlarının yoğun olarak olan bulunduğu Essex Street’ten toplanarak orijinal kullanım bağlamlarından çıkarılan farklı boyutlarda, farklı teknik özelliklere ve malzemelere sahip ve çeşitli kullanım izleri taşıyan bu rampalar, galerinin zemini boyunca yerleştirilmiş ve ziyaretçilerin rampaları getirildiği kuruluşla eşleştirebilmeleri için işlerin adı olarak ya sadece adres gibi temel tanımlayıcı bilgiler ya da ödünç alınan kurumun adı yazılarak her bir rampanın yapım veya satın alma yılı, malzemesi gibi bilgiler de ayrıntılarıyla belirtilmişti. Rampaların sergi nedeniyle artık olması gereken alanlarda bulunmuyor olmaları, gidilen diğer tüm kültürel ve fiziksel kurumlarda genel erişilebilirlik eksiklerine bir gönderme içeriyordu. Serginin duvarında ise ziyaretçileri McArthur tarafından, aktivist ve 1998 tarihli Beyond Ramps: Disability at the End of the Social Contract (Rampaların Ötesinde: Sosyal Sözleşmenin Sona Erdiği Yerde Engellilik) kitabının yazarı Marta Russell için oluşturulmuş bir Wikipedia sayfasına götüren bir metin yer alıyordu. Böylelikle sanatçı, Russell’ın da savunduğu şekliyle yapısal erişilebilirliğin aslında çok daha büyük sosyal adaletsizliklerle ilişkili olduğuna atıfta bulunuyordu. 

2018 yılında New York’taki Modern Sanat Müzesi’nde (MoMA) gerçekleşen Projects 195 isimli bir diğer sergisinde ise McArthur, bir kurumun kapısından içeri girmek için ne gerektiğine dair sosyo-ekonomik bir anlayışla hareket ederek bir müzeye gitmek için evden çıkabilmenin zorluklarını göz önünde bulundurmuş ve bu durumu insanların yataklarından kalkmadan çevrimiçi olarak deneyimlenebileceği bir sergi yaratarak ele almıştı. Serginin biçimi ve içeriği, farklı yer ve zamanlar için farklı duyular üzerinden projenin unsurlarını deneyimlemenin çeşitli yollarının mümkün olabileceğini gösterme amacına uygun olarak düzenlenmişti. McArthur, sergisini “müzeyi tek bir buluşma alanı olarak sınırlandırmayan bir müze sergisi” olarak tanımlıyordu. Çalışmayı farklı olası erişim noktaları sunacak şekilde inşa eden McArthur, erişime izin veren ya da vermeyen sosyo-politik dinamiklere dikkat çekmek istemişti. Buna ek olarak, karmaşık yorumlama süreçlerinin de sanat eserinin bir parçası olduğunu göstermiş oldu. Ziyaretçiler sergi alanında sadece dört ana unsurla karşılaşıyordu: duvardaki büyük “Projects 195: Park McArthur” yazısı ve çerçevelenmiş iki metin, galerinin zeminine yayılmış modüler olarak istiflenebilir çeşitli parçalardan oluşan STUDIO/HOME isimli paslanmaz çelikten bir iş ve müze eğitimcisi ve sanatçı Paula Stuttman ile iş birliği içinde hazırlanan PARA-SITES adlı sözlü betimleyici bir tura benzeyen bir ses çalışması. Bu sözlü betimleyici turu diğerlerinden farklı olarak interneti olan herhangi bir elektronik cihaz üzerinden dinlemek veya deşifre edilmiş metni okuyabilmek mümkündü. Ayrıca müzenin web sitesinde her iki biçimde de hala uzaktan erişilebilir olarak bulunabiliyor. Bu ses çalışmasının girişinde sergi sırasında galeride ve müzenin başka yerlerinde bulunan materyaller tanımlanırken, ardından müzenin geçmişteki ve gelecekteki potansiyel operasyonlarından da bahsediliyor ve böylece çeşitli zamansal, mekansal kayıtların birbirine bağlanması sağlanıyordu. Sanatçı sergi kapsamında STUDIO/HOME isimli 20 modüler parçadan oluşan paslanmaz çelikten yaptığı işinde ise her biri mimari bir kat planına benzeyen bu çelik birimler üzerinden mimarinin erişilebilirliğe etkisini sorgulamaktaydı.

Bir diğer aktivist ve sanatçı Carmen Papalia ise sanatsal kariyerinin büyük bir bölümünde öncelikle çağdaş sanattaki dışlayıcı yapıları, duyuların yeniden yönlendirilmesi yoluyla dönüştürmeye odaklandı. Katılımcıların sanat eserlerine ve daha genel olarak mekâna ilişkin duyusal algılarını yeniden yönlendirmelerine yardımcı olmak için sanat müzeleri ve galerilerle iş birliği içinde performatif grup turları ve atölye çalışmaları yönetti. Son birkaç yılda, sanatçının çalışmaları, bir kamu kurumuna odaklanan daha doğrudan müdahaleci bir çerçeveye kaydı. Carmen Papalia, kurumsal engelli destek hizmetlerinin bir alıcısı olarak yaşadığı olumsuzluklara bir yanıt olarak, halka hizmet etmeyi amaçlayan kurumlardaki “en iyi uygulamalara” rehberlik eden politika temelli paradigmadan bir sapma oluşturan ilişkisel bir erişilebilirlik modelinin şartlarını Open Access (Açık Erişim) ismini verdiği bir kavramsal bir çerçeveyle somutlaştırdı. Ardından, bu çerçeveyi tanıtmak ve erişilebilirlik alanına eleştirel bir yaklaşımla yeni bir emsal oluşturmak amacıyla Kanada, ABD, Birleşik Krallık ve AB’de bir hareket oluşturmak için kampanya başlattı. Baskıcı bir sistemin ortasında destek sunmaya yönelik bir yaklaşımı tanımlayan beş ilkeden oluşan Open Access, katılımcılarını güven duymaya, sorumluluğu paylaşmaya ve tabandan gelen bir erişilebilirlik için örgütlenmeye teşvik ederek kurumsallaşmış destek sözleşmelerine meydan okuyor. Sosyal bir engellilik modeline dayanan çerçeve, bir dizi sosyal ve kültürel koşuldan dolayı erişim sorunları yaşayan herkesin endişelerini ele almaya çalışırken bunu engelli topluluğunu, atipik beden ve zihinleri olan insanları merkezden uzaklaştırarak yapıyor. Papalia, farklı kimliklere sahip insanlardan oluşan bir grupla çalışarak erişilebilirliğe kesişimsel bir bakış açısı getirmeye çalışmış. 

Kendimizi ifade etme biçimlerimiz

Buraya kadar beden ve zihin algısı üzerinden nasıl cisimleştirildiğimize dair sanatçıların eleştirel yorumlarına baktık. Peki ya kendi irademizi nasıl ortaya koyarız? Bedenimizi, arzularımızı, cinselliğimizi temsil ve ifade etme biçimlerimiz nasıl şekilleniyor?

Lorenza Böttner’in 1987 yılında yaptığı ve belki de konuya dair ses getiren işlerin ilklerinden biri olan Milo Venüsü performansını hatırlamadan geçmeyelim. Böttner, Şili’de doğup Almanya’da büyüyen trans-crip (trans ve sakat) bir sanatçı. Sekiz yaşındayken bir kazada kollarını kaybetmiş. Sanatçı bu performansında, Münih’teki bir sahnede 20 dakikadan fazla bir süre boyunca hareketsiz bir şekilde heykel gibi durarak, belinin etrafına sardığı ince bir beyaz sıva tabakasıyla kaplı bir kumaş parçasıyla, Milo Venüsü’ne benzeyen bir şekilde poz vermiş. Tıpkı Antik Yunan heykelinde olduğu gibi kendisinin de kolları olmayan Böttner bu kışkırtıcı performansıyla alışkın olduğu bakışları üzerine davet ediyor, ancak bu sefer ona bakan izleyicilerden bakışlarına yeni bir farkındalık getirmelerini amaçıyor. Böttner, gündelik hayatta engellilere yönelik ayrımcı tutumlar bu kadar yoğunken, sakatlığın bir metafor olarak sunulduğundaki veya tarihi kalıntılar olarak karşımıza çıktığındaki romantik algıyı sorguluyordu. Dönüm noktası niteliğindeki bu performans aradan geçen onca seneye rağmen hala oldukça güçlü bir mesaj barındırıyor.

Bu alanda işler yürüten son dönemdeki güncel sanatçılardan Chun-Shan (Sandie) Yi ise bedensel ve sosyal deneyimler üzerinden arzuları ve cinselliği konu eden giyilebilir sanat işlerine odaklanıyor. Sanatçı, Crip Couture ismini verdiği ve giyilebilir sanat işlerinin bir koleksiyonu olan projesiyle beden hakkında verilen etik ve tıbbi kararların etkisini, etik ve estetik arasındaki sınırı, akışkan bir beden fikrini, ve bedeni geri kazanarak sahiplenmeyi araştırıyor. Bedenler üzerinden oluşan ve günlük sosyal etkileşim yoluyla yine bedenler üzerinden deneyimlenmiş olan geçmiş tarihlere ve anlatılara odaklanan bu proje sayesinde yaptığı giyilebilir sanat objeleri, onları giyenler ve izleyenler arasında bir diyalog oluşturmayı amaçlıyor. Standartlaştırılmış vücut formu ve fonksiyonu yaratmayı amaçlayan geleneksel protez ve ortezlerin amacını değiştirerek, bir dizi giysi, aksesuar ve ayakkabı yapmak için protezleri ve bazı taşlar ve aksesuarlarla harmanlıyor. Her giyilebilir objeyi, kullanacak kişinin tıbbi deneyimine, fiziksel veya zihinsel durumuna göre özel olarak tasarlıyor. Fiziksel değişim kavramını tümden reddetmek yerine, samimi ve empatik bir bedensel süslenmeyi fiziksel yardım olarak değil de kişinin fiziksel rahatlık standartları ve kendi tanımladığı güzellik idealleri ile birlikte somut hale getirmeye çalışıyor.

 

Tarihsellik ve dayanışma pratikleri

Elbette sosyal normlar ve önyargılar karşısında engellilik, bedensel ve zihinsel süreçler üzerine birlikte yol alan bir topluluktan bahsederken destek, dayanışma ve iş birliğinin öneminin üzerinde durmamak olmaz. Bu alanda işler üreten sanatçılar ve sanatçı ağlarının yanı sıra içerisinde birçok aktivist, yazar, akademisyenin bulunduğu, aynı zamanda pek çok yapının buna eşlik ettiği oldukça büyük bir dayanışmanın her geçen gün kendisini ve etki alanını genişlettiği bir gerçek. 

Eğer eskilere doğru gidecek olursak 1974 yılında ABD’de Jean Kennedy Smith tarafından kurulan uluslararası sanat ve engellilik örgütü VSA ya da İngiltere’de 1970’lerin sonunda başlayan Disability Arts Movement’ı (Engelli Sanatı Hareketi) anarak başlamak en doğrusu olacaktır. Engellilik üzerine sanat ve aktivizm çalışmalarını bir arada götüren bu iki örgütlenmenin etkilerinin zamanla ülkelerinin sınırlarını aşıp uluslararası bir ilham kaynağı haline gelmiş olduğu söylemek gayet mümkün. 

Topluluk içerisinde iletişim ve dayanışma ağları oluşturmak ve buradan doğru kültür, sanat ve aktivizm faaliyetleri yürütmek maalesef bir maddi kaynak ihtiyacını da beraberinde getiriyor. Engellilik alanındaki çalışmalar açısından bu durumun çok daha zorlu bir sürece tekabül ediyor olduğunu kestirmek çok güç değil. Sanatta engellilik çalışmalarına maddi destek sunan ilk örneklerden biri olan Wynn Newhouse Awards programı ABD’de 2006 yılından bu yana sanatçılara çeşitli hibeler sağlıyor. Sanat koleksiyoncusu ve aktivist Wynn Newhouse’un önerisiyle başlatılan bu program sayesinde bugüne kadar aralarında Park McArthur, Christine Sun Kim, Marlon Mullen, Sandie Yi ve Leroy Moore gibi tanınmış isimlerin de bulunduğu birçok sanatçıya hibe desteği sağlanmış ve program halen de birçok sanatçı için sunduğu desteklerle umut olmaya devam ediyor. Şimdilerde durum biraz daha iyileşmiş sayılabilir, artık eskiye nazaran çeşitli hibe desteklerine ulaşmanın nispeten kolaylaşmış olması birçok yeni etkileşimleri beraberinde getiriyor. Son zamanlarda bunlar arasından öne çıkanlardan biri de Europe Beyond Access (Erişimin Ötesinde Avrupa) projesi. Yedi farklı bileşenin ortak yürüttüğü proje Avrupa’nın birçok ülkesinden sanatçıları ve toplulukları bir araya getirerek yapılan çalışmaların görünürlüğünü arttırmayı hedefliyor.

Türkiye’de engelli hakları hareketi ve güncel sanatta temsili

Türkiye’deki engellilik hareketine ve güncel sanat içerisindeki yerine bakacak olursak örgütlenmeler ve topluluklar açısından ise genellikle sanatın bir savunuculuk aracı olduğu aktivist yapılar daha ön planda. Örneğin, Türkiye’deki en çok takipçiye ve etkileşime sahip olan Engelliler.Biz Platformu çevrimiçi bir topluluk olarak varlığını sürdürerek pek çok alanda güncel içeriklere ve forum üzerinden deneyim paylaşımları ve tartışmalara ev sahipliği yapıyor. Bir başka örgütlenme Merhaba! Spektrum ise henüz 2021 yılında yola çıkmış, otizm ve nöroçeşitlilik konuları üzerine bir gündem oluşturuyor. Çözüm odaklı bir bakış açısına sahip Erişilebilir Her Şey ise kullanıcı deneyimleri ve erişilebilirlik standartlarını gözeterek verdiği koçluk ve eğitimler ile markalar ve kurumlara spesifik çözümler sunuyor. Sabancı Müzesi’nde 2021 yılı Eylül ayında açılan Dün, Bugün, İstanbul sergisi de hem işaret dilini, hem de sesli betimlemeyi bütünsel anlamda içeren Türkiye’deki ilk sergi oldu. Sergiye bu katkı Erişilebilir Her Şey tarafından, kurumun kültür ve sanat danışmanı (aynı zamanda bu alandaki ilk kültür sanat danışmanı) Eser Epözdemir danışmanlığında sağlandı.

Dün, Bugün, İstanbul sergisinden, Sakıp Sabancı Müzesi

Sanatsal açıdan ise yakın tarihte hayata geçirilen iki proje göze çarpıyor. Bunlardan ilki İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından Örnekköy Farkındalık Merkezi’nde açılan Dokunulabilir Engelsiz Sanatlar Müzesi. Müzede kör ve sağırlar için modern sanatlar dönemine ait ünlü ressamların eserlerinin replikaları seramik kabartma tablolar şeklinde, dokunulabilir ve sesli betimlemeli olarak yer alıyor. Ayrıca üç boyutlu yazıcı teknolojisiyle hazırlanan on iki adet mimari model de sergileniyor. Yine benzer bir şekilde Bongo Art Project Sosyal Girişimi tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı himayesinde ve TÜBİTAK SAGE desteğiyle yürütülen bir proje kapsamında bu yıl Ankara’da Türkiye’nin ilk Görme Engelliler Eğitim ve Deneyim Alanı Anadolu Medeniyetleri Müzesi bünyesinde kurulmuş oldu. Yaklaşık üç yıldır devam etmekte olan proje kapsamında ikonik eserler replikaları üzerinden dokunulabilir, sesli betimlemelerle işitilebilir ve teknolojik uygulama destekleriyle ile daha yüksek düzeyde algılanabilir hale getirilmiş. 

Aslında bu yıl içerisindeki bir başka gelişme olan, 2011 yılından bu yana sanatçı, yazar ve de araştırmacı Eva Egermann’ın girişimiyle çıkarılan Crip Magazine isimli derginin 17. İstanbul Bienali kapsamında sergilenmiş olması da güncel sanat camiasında engellilik üzerine yürütülen aktivizm ve sanatsal çalışmaları yeniden gündeme getirmiş oldu. Uzun yıllardır işlerinde engellilik, beden ve sosyal normlar gibi konuları işleyen Türkiye’den sanatçılar da derginin bu sayısına destek verdi. Derginin bienal özel sayısına Beyaz’a Doğru isimli işiyle destek veren sanatçılardan biri olan Çınar Eslek bedenin, karmaşık maddesel bir var oluş olarak, yaşa(n)ma, düşün(ül)-me ve konumla(n)ma biçimlerindeki imkanları ile ilgili çalışmalar yürütüyor. 2000 yılında başladığı Farklı Bedenlerle Dans adlı projesi bedenlerin çeşitliliğine odaklanan Tuğçe Tuna ise koreograf, dansçı, disiplinlerarası performans sanatçısı ve de aynı zamanda bir akademisyen. Son dönemde dans ve hareket terapisti olarak dönüştürücü aktivizm alanında çalışmalar yapıyor. Dergide üç farklı çalışması yer alan ve ürettiği işler büyük ölçüde Meksikalı sakat ikon Frida Kahlo’dan ilham alan Dilan Aydemir ise multimedya alanında çalışan sakat bir görsel sanatçı. Bir diğer sanatçı İpek Burçak ise farklı türleri bir araya getiren, dışadönüklerin ve nörotipiklerin giremediği hayali bir mekân üzerine kurulu bir kitaptan ve kitabın kendisinin diğer formlar ve medyumlara yayıldığı çalışmalardan oluşan Otistik Dalga isimli projesiyle dergide yer alıyor. İşlerinde nöroçeşitliliğe, teknoloji ve onun insan anlatılarını altüst eden zorlukları ve insan dışı potansiyellerine dair spekülatif yaklaşımlar oluşturan Burçak, video, ses, kurulum ve performans alanlarında çalışmalar yürütüyor.

Crip Magazine

“Var olduğumuzun kanıtını bırakmalıyız”

Engellilikle ilgili yürütülen sanat ve aktivizm çalışmaları kesişimsel bir bakış açısıyla birçok açıdan kuir ve feminist aktivizmle ve sanatçılarla ortaklaşıyor. Hali hazırda bedenler ve sosyal normlar üzerinden daha geniş bir politik alan yaratan engellilik çalışmaları, başlangıcından bu yana birçok yazar, filozof ve düşünürün fikir ve teorilerinden etkilenip, bu gelişmeleri içselleştirerek yoluna devam ediyor. 2006 yılında Crip Theory (Sakat Teorisi) adlı kitabını yazan Robert McRuer, 2010 yılında yayınlanan ve oldukça ses getiren Disability Aesthetics (Engelli Estetiği) kitabıyla Tobin Siebers, ve 2016 yılındaki Sick Women Theory (Hasta Kadın Teorisi) bildirisiyle Johanna Hedva gibi isimler, engellilik/sakatlık alanından doğru yürütülen aktivizmi ve sanatı uluslararası düzeyde etkileyen isimlerden sadece birkaçı. Bu kadar kesişimsel bir perspektifle kendi politikası ve gündemini oluşturan engellilik çalışmaları ileriki dönemde de bizleri sorgulamaya, sorgulatmaya teşvik etmeye devam edeceği kesin. Peki bu topluluğu, bu kültürü ve tarihi hep birlikte nasıl şekillendirebiliriz? En yalın haliyle ortada olmaya devam ederek ve yaşayarak. Mia Mingus’un kendi blogunun girişinde de yazdığı gibi “Kanıt bırakmalıyız. Burada olduğumuzun, var olduğumuzun, hayatta kaldığımızın ve sevdiğimizin ve acı çektiğimizin kanıtlarını.”


Bu yazıyı beğendiniz mi?

Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!

Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2023 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.

Siz de Argonotlar Telif Kumbarası’na tek seferlik 100₺, 250₺, 500₺ ve 1000₺ olmak üzere dört farklı kategoriden kendiniz için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.

Argonotlar olarak bu destekle 70 ila 100 arasında yazı yayınlamayı, yazarlarımıza ödediğimiz telif miktarını artırmayı ve daha fazla yazara alan açarak güncel sanat başta olmak üzere kültür sanat alanında çok sesli ve bağımsız bir mecra olmaya devam etmeyi hedefliyoruz. 

Argonotlar olarak gelir modelimizi çeşitlendirmek ve sürdürülebilir bir yayıncılık için arayışlarımız devam edecek. Argonotlar Telif Kumbarası dışında her türlü reklam, destek ve fon öneriniz için bize info@argonotlar.com e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

Görsele tıklayarak detaylı bilgi edinebilirsiniz.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.