Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

17. İstanbul Bienali

Orkan Telhan’la Yenikapı’nın Müzeleri üzerine

17. İstanbul Bienali kapsamında katılımcılarla gerçekleştirdiğimiz söyleşi serimiz devam ediyor. Yenikapı, Langa bölgesindeki biyoçeşitliliği merkezine alan çalışmasıyla Orkan Telhan’ı dinliyoruz.

Orkan Telhan, Yenikapı'nın Müzeleri, 17. İstanbul Bienali kapsamında, Müze Gazhane. Fotoğraflar: Sahir Uğur Eren.

New York merkezli sanatçı, tasarımcı ve araştırmacı Orkan Telhan, yakın geçmişte ürettiği işlerinde özellikle biyoçeşitlilik üzerinde duran bir isim. Bugüne kadar işleri birçok bienal, sanat festivali ve sergide yer alan sanatçı, Yenikapı’nın Müzeleri başlıklı iki yeni çalışmasıyla 17. İstanbul Bienali’nin de bir parçası oldu. Yenikapı’nın Müzeleri üst başlığı altında toplanan, “Museum of Exhalation” (Soluk Müzesi) ve “Museum of Digestion” (Hazım Müzesi) başlıklı bu işler, sanatçının alternatif bir müze fikri üzerine çalışmasıyla ortaya çıktı. Özellikle Yenikapı, Langa bölgesinin geçirdiği dönüşümü merkezine alan bu işler, aynı zamanda bölgedeki biyoçeşitliliğin giderek daha da olumsuz bir hâl aldığını vurguluyor.

Orkan Telhan ile 17. İstanbul Bienali kapsamında görülebilen Yenikapı’nın Müzeleri projesi, “Soluk Müzesi” ve “Hazım Müzesi” başlıklı çalışmaları ve biyoçeşitlilik meselesinin işlerine yansıması üzerine konuştuk.

Yenikapı’nın Müzeleri’ni bienal kapsamında görme şansınız olmasıysa internet sitesi üzerinden müzede bir gezintiye çıkabilir, projenin çıktılarına dair detayları inceleyebilirsiniz.

Orkan Telhan, Yenikapı’nın Müzeleri, 17. İstanbul Bienali kapsamında, Müze Gazhane.
Fotoğraflar: Sahir Uğur Eren.

Sizin sanat pratiğinizde disiplinlerarası çalışmaların ve yoğun araştırma süreçlerinin ciddi bir payı olduğunu söylemek mümkün. Öncelikle multidisipliner çalışma deneyimi ve işlerinizin arka planındaki araştırma süreçleri üzerine neler söylersiniz?

Konulara farklı bakış acıları getirmek için farklı disiplinlerin araştırma dillerini ve metotlarını kullanmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela bir şairin bir bitkiyi deneyimlemesi ve onun hakkında yazmasıyla, bir bilim insanının bitkiyi mikroskop altında incelemesi aynı bitkinin farklı farklı gerçekliklerini ortaya koyuyor. Benim için önemli olan bu farklılıkları algılamak ve izleyiciye göstermek. Eğitim hayatım boyunca birden fazla disiplinle çalışma imkânı elde ettim. Kendim de konularımı seçerken bazen bilimsel bazen tasarımcı, bazen de sanatçı bakış açılarını kullanmaya çalışıyorum.

Araştırmanın nasıl yapıldığı kadar onun hitap ettiği izleyicinin kim olduğu da önemli. Bir mikroorganizma hakkında iş yapıp bir sanat bienalinde izleyiciye bilimsel makale sunmanın benim için bir anlamı yok. Bilginin ve bilme biçimlerinin farklı izleyicilere nasıl ulaştırılacağı konusunda çok düşünüyorum. Ona göre temsil biçimleri bulmaya çalışıyorum. Bazen işlerim video formatında sergileniyor, bazen toz halinde turşu yapımında kullanılacak bir poşet organizma, bazen çocuklara hikâyeler anlatan robot-papağan. Disiplinlerarası her araştırma yine disiplinlerarası bir iş üretimi gerektiriyor.

17. İstanbul Bienali kapsamında sergilenen Yenikapı’nın Müzeleri isimli çalışmanızın ana örgüsü Yenikapı, Langa mahallesindeki araştırmalarınıza dayanıyor. Ana hatlarıyla bu araştırma ne zaman başladı, neyi hedeflediniz ve ortaya nasıl bir ürün çıktı?

Langa üstüne son üç yıldır çalışıyorum. 2019’da “Empatiye Dönüş” temalı 5. İstanbul Tasarım Bienali’ne davet edildim. O süreç sırasında farklı disiplinlerden bir ekiple İstanbul’un farklı bölgelerinde bostanların mikrobik ölçekte biyoçesitliliğini araştırmaya başladık. Langa’nın bugün bir bostanı olmadığı halde dikkatimizi çeken bölgelerden biri oldu. Çünkü Langa İstanbul’u özetleyen çok güzel bir metafor. Binlerce yıldır farklı kültürler ve politikalarla öyle farklı haller almış ki biyoçesitliliğinin yanında sosyo-kültürel, jeolojik ve tarihsel çeşitliliğini de araştırmaya başladık.

2000’li yılların başından beri Langa ve Yenikapı bölgesinde sürdürülmüş bir sürü arkeolojik araştırma var. Bunların büyük bir kısmı insan odaklı. İnsan kalıntılarını bulmayı ve tarihi süreçte burada yaşayan insanların yaşam biçimlerini anlatmayı amaçlayan araştırmalar. Ben bu insan-merkezli yaklaşımı sorgulamak istedim. Bu bölgede yüzyıllardır yaşayan bitkiler, çok çok eskilerden, belki milyonlarca yıldan beri yaşayan mikroorganizmalar var. Bunlar hâlâ hayatımızın parçası ama onları tanıyan bilen çok az insan var. Langa’nın asıl yerlilerinin kim olduğunu kimse pek bilmiyor.

Bugün özellikle iklim krizinde insan olarak türümüz ciddi bir yok olma tehdidi altında. İstanbul’un binlerce yıl sonraki sakinleri biz olamayabiliriz. Bu yüzden geçmişe bakıp belli hatırlatmalarda bulunmak istedim.

Müze Gazhane’deki sergimiz oldukça uzun bir araştırma sürecinden sonra seçtiğimiz özneleri Langa’dan Kadıköy’e getirerek onları farklı bir ortamda izleyiciye gösterip bu karmaşık tarihsel süreci düşünmelerini amaçlıyordu. Benim başlangıç noktam, Langa’ya yeni müzeler kurmak yerine, müze olmayan müze nasıl olur sorusuna bir cevap aramaktı. Taş, bitki, kemik, tohum, toprak, deniz kabuğu gibi bir sürü çoğu zaman umursanmayan özneler üstünden bir Langa kurgusu sunarak Müze Gazhane’de hem yeni bir mekân kurguladık hem de “Soluk Müzesi” isimli basılı yayın aracılığıyla öznelerle nasıl farklı ilişkiler kurulabileceğini göstermek istedik.

Ben Müze Gazhane’deki yerleştirmeyi bazen bir açık hava okuma-deneyimleme mekânı olarak tanımlıyorum. Bahçede dolanıp oturup vakit geçirerek Langa’dan gelmiş simdi Kadıköylü olmuş özneleri yeniden deneyimleme odası.

Yakın dönem çalışmalarınızda İstanbul bostanlarının tarihçesine ve şehirdeki biyoçeşitliliğe vurgu yapıyor, bu konunun izini sürüyorsunuz. Peki eski İstanbul bostanları ve söz konusu bu biyoçeşitlilik bize bugün için neler söylüyor? Bu konu, hangi noktada sizin ilginizi çekti?

Biyoçeşitlilik anlaşılması ya da anlatması kolay bir konu değil. İnsanlar olarak hep gözümüzün önündekinin çeşitliğini düşünüyoruz. Bitkilerin veya belgeselde gördüğümüz hayvanların yok olduğunu öğrendikçe üzülüyor, onların korunması gerektiğini düşünüyoruz. Ama gözle görünmeyen çok büyük bir canlı kitlesi var. Toprağın 5-10 santim altında yaşayan canlıların tür olarak sayısı toprak üstünde yasşyanlardan binlerce kat fazla.

İnsanlar bostan deyince de genelde kaybolan bitkileri, ata tohumlarını, bostancılık geleneğini düşünüyorlar. Bostanlar aslında şehirle birlikte evrim geçiren çok kompleks ekosistemler. İçlerinde -toprak altında ve üstünde- çok farklı bir yaşam gizli. Ben bu saklı biyoçeşitliliğe dikkat çekmek istedim. Ama şunu belirtmek isterim, benim İstanbul’un bostanları ve bahçeleri konusunda özel bir bilgi birikimim yok. Bu konuda çalışan çok bilgili sanatçı, aktivist, mimar, şehir araştırmacısı, bilim insanı var.

Benim ilgim yine daha çok insan-odaklı düşünce kalıplarını eleştirmek üstüne, bostanlarda yaşayan canlıları kendi hallerinde oldukları gibi nasıl koruyabiliriz diye düşünmek üstüne. Onları kendi hallerine bırakıp, insanların olumsuz etkilerinden nasıl koruyabiliriz diye düşünmek. Bugünkü Langa’nın, mesela, şu anda insan ilgisine pek bir ihtiyacı yok. Atıl bir alan olarak kendi hayatına devam ediyor. Bu bölgeye saygı gösterebilmek, canlılara kendileri olabilme imkânına izin vermek önemli.

Bostanlar ve bahçeler tarihte insan çıkarlarına hizmet etsin diye kurulmuş yerler. Şehirlere taşınmış kitlelere taze meyve sebze sağlayabilmek için kurulmuş oldukça ticari mekânlar. Bunu unutmamak lazım. Zamanında bazı bostanlar kurulurken yerel bitki örtüsü yok edilmiş, ona göre yeni toprak düzenlemesi yapılmış. Buralara ait olmayan ama insanların tadını tercih ettiği bitkilerin tohumları ekilmiş. Ben bu detayı da atlamayalım istiyorum. Benim istediğim biyoçeşitliliğin her halinin farkına varabilmek ve sadece kendi çıkarlarımıza uyanları seçip muhafaza etmemek. Geçmişi geri getirmek mümkün olmadığına göre, bugünkü bostanları koruyarak çeşitliliği devam ettirebiliriz diye düşünüyorum.

Yenikapı’nın Müzeleri, iki alternatif müze fikrini içeriyor: “Soluk Müzesi” ve “Hazım Müzesi”. Bu projelerden ilki bir basılı yayın, diğeri ise kamusal alanda sergilenen bir enstalasyondan meydana geliyor. Söz konusu bu müzelerde bizi neler bekliyor?

İki “müze” arasındaki ilişkiyi bir önceki soruda açıklamaya çalıştım. Yerleştirme ve basılı yayın birbirlerinden bağımsız iki iş ama bir araya geldiklerinde bize Yenikapı hakkında farklı şeyleri deneyimleme şansı tanıyorlar. Okuma-algılama-sırf kafamız ile değil vücut ile düşünme deneyimleme mekânları “müzeleri.”

Burada deneyim ve etkileşim önemli kavramlar. Benim için asıl önemli soru Langa’nın geçmişi ve bugünü ile nasıl yeni ilişkiler kurabiliriz? Oradan gelen özneleri—bitki, taş, toprak, mikroorganizma vb.—müzeleştirmeden nasıl sunabilir, izleyiciye nasıl yeni deneyimleme biçimleri sağlayabiliriz? İki müze de bu soruya verdiğim cevaplar.

Örneğin, Gazhane’de Langa’dan getirdiğimiz bitkiler ile yeni bir bahçe kurduk. İzleyici, bahçenin karsısında oturup, orada vakit geçirip, bitkiler ile yeni bir iletişim kurulabilsinler istedik. Bu bitkilerin büyük bir kısmi yenilebilir. Onlardan zaman zaman yaprak koparıp, suya karıştırıp izleyiciye sunuyoruz. İzleyici isterse, bu mekânda Soluk Müzesi’ni açıp orada başka insanların bu bitkiler ile yaptıkları söyleşilerden bir örnek de okuyabilirler.

Yani bahçede yetişen bir diken hem görsel bir özne, hem de vücudumuzda sindirebileceğimiz bir canlı, hem de hakkında okuyarak deneyimleyebileceğimiz bir özne haline dönüşüyor. Mekânı terk ettiğinizde, Yenikapı “müzeleri” umarım izlediğinizle kalmıyor hem zihninizde hem de vücudunuzda sizinle yaşamaya devam ediyor.

Soluk Müzesi”, Langa sakinlerinin (bitkiler, karıncalar, kemikler, taşlar gibi) insan araştırmacılarla gerçekleştirdiği söyleşileri içeren bir basılı yayın. Bu diyalogu kurarken nasıl bir yol izlediniz? İnsan ile diğer canlılar/nesneler/objeler arasındaki diyalog bize ne vadediyor?

Soluk Müzesi’ndeki yazıların özel bir formatı var. Biz bunlara mülakat veya söyleşi diyoruz. Langa sakinleri ya da özneleri diyelim insan araştırmacılarla mülakat yapıyor. Soruları onlar soruyor. Yani alışık olduğumuz gibi insanlar nesneleri araştırsın onlar hakkında yazsın istemedik. Yazarlara bu özneler ile farklı diyaloglar kurmanın yöntemlerini araştırsınlar diye rica ettik. Yani karıncanın karşısına geçip, karınca bunu yapıyor şunu yapıyor diye hayali betimlemeler yapmak yerine, karıncanın kendi dili nedir, onu nasıl anlayabilirsiniz diye sorduk. Karınca ile o an orda bulununca neyin farına varabiliyorlar onu yazsınlar istedik.

Ortaya ilginç yazılar çıktı. Bu format herkesi zorladı. Amaç biz insanları konfor alanlarımızdan çıkartıp biraz daha başka canlıların yaşama biçimlerini algılamaya davet eden bir çalışma olsun istedik. Yazarlar onlar ile Türkçe veya İngilizce konuşmaya çalışmak yerine onlara dokunarak, koklayarak, hissederek iletişime geçmeye çalıştılar.

Bu süreç benim için biyoçeşitliliğin ne olduğunu ya da başka ne olabileceği konusunu anlamak üstüne önemli bir süreç oldu. Yani karsımızdaki canlı kimdir, nedir, ne ister, insandan farkı nedir, onun yaşama hakkını muhafaza edebilmek için ne yapabiliriz diye düşünmeye başlayalım istedim.

Müze Gazhane’de yer alan “Hazım Müzesi” ise izleyicilere Yenikapı, Langa’nın geçmişi ve bugünüyle dolu deneyimsel bir yolculuk vadediyordu. Bu yolculukta insanlar devedikeni, karınca, kemik, inek gübresi gibi birçok varlık/nesneyle karşılaştı. Söz konusu her iki işte de yüzleşmeyi/karşılaşmayı/diyalogu bu kadar ön plana çıkarmanızdaki temel düşünce nedir?

İnsan olarak çok yalnız bir tür olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle şehirlerde yaşayan insanların etrafımızdaki birkaç ev bitkisi veya sokakta gördüğümüz kedi, köpek dışında birlikte yaşadığımız ve deneyimleyebildiğimiz hiçbir tür yok. Bu yalnızlık öyle çok romantik bir yalnızlık da değil. Tür olarak kendi çıkarlarımıza göre evcilleştirdiğimiz veya etrafımızda olmasına izin verdiğimiz canlı türleri çok kısıtlı. Çıkarımıza uymayanları uzun yıllardır yok ederek bu yalnızlığı hak ettik gibi.

Bu iş biraz bu yalnızlığın farkına varma ve kendimizi biraz daha başka canlıların farkına varabilmeye caba göstermek üstüne. Bu işin bir amacı ve misyonu yok aslında. Yani benim derdim, insanlar et yemesinler veya çıkıp bütün bostanları korusunlar demek değil. Ben kişisel olarak bunu yapmayı tercih edebilirim ama asıl derdim bir ders verme çabası değil. Sorunlar çok karmaşık. 

İnsan olarak bu dünyada yaşamaya devam etmek istiyorsak başka canlılarla yeni dostluklar, ittifaklar kurmamız lazım. Onlardan başka neler öğrenebiliriz diye sormak önemli. Onlar bizden çok uzun zamandır varlar ve birçok krize zaten adapte olmuşlar. Karıncadan, arıdan, mikroorganizmanın evrim sürecinden öğrenilecek o kadar çok şey var ki.

Ben hem Soluk Müzesi’ni hem Hazım Müzesi’ni optimist işler olarak görüyorum. Yeniden deneyimleme, eski alışkanlıkları bırakma (unlearn), ve yeni diyaloglar kurabilmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Müzeler bienal bittiğinde sona erecekler ama umarım bize canlılar-arası diyaloğun ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaya devam edecekler.


Bu yazıyı beğendiniz mi?

Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!

Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2023 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.

Siz de Argonotlar Telif Kumbarası’na tek seferlik 100₺, 250₺, 500₺ ve 1000₺ olmak üzere dört farklı kategoriden kendiniz için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.

Argonotlar olarak bu destekle 70 ila 100 arasında yazı yayınlamayı, yazarlarımıza ödediğimiz telif miktarını artırmayı ve daha fazla yazara alan açarak güncel sanat başta olmak üzere kültür sanat alanında çok sesli ve bağımsız bir mecra olmaya devam etmeyi hedefliyoruz. 

Argonotlar olarak gelir modelimizi çeşitlendirmek ve sürdürülebilir bir yayıncılık için arayışlarımız devam edecek. Argonotlar Telif Kumbarası dışında her türlü reklam, destek ve fon öneriniz için bize info@argonotlar.com e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.

Görsele tıklayarak detaylı bilgi edinebilirsiniz.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.